Tuesday, March 21, 2006

haftasonu

haftasonu iki gün üstüste beyoğlu'na gittim, onur'un evde çalışması gerekiyordu, ben de cem'in uyku saatlerinde çıktım. pazar günü 4 saat öğlen uykusu uyuyarak rekor kırmış beyefendi. bu sırada ben çoktan beyoğlu'na varmış, öğlen yemeğimi yemiş, gezmeyi planladığım 2 sergimi gezmiştim. dönüş yolunda onur'u neler yapıyorsunuz diye aradığımda cem'in hala uyuduğunu duyunca hem çok şaşırdım, hem de sevindim. aslında beyoğlu'na 2 defa gitmeme gerek olmayacaktı ama ilk gün plansız programsız çıkıp da sınırlı saatlerimi yemek yiyerek ve kitapçılarda dolanarak geçirince sergileri gezemedim, filme de giremedim. onur pazar günü de çalışmak için evde kalmak isteyince ben mecburen gittim yine aynı yere. zorla yani. hiç istemiyodum aslında falan diye de uzatmayım artık, iyi oldu 2 gün beyoğlu, kendime geldim sanki. gerçi hemen kayboluyorum tekrar ama olsun. son birkaç günde baya bi kültürel-sanatsal olaylara girdim denilebilir, biraz bahsedeyim. pek sergi insanı değilimdir aslında, sıkılıyorum sergi gezerken, müze gezerken de. sadece çok ilgimi çeken sergi ve müzelere girebiliyorum. bu haftasonu gittiğim 2 sergiyi de çok büyük ilgiyle gezdim, ilkine zaten epeydir gitmek istiyordum, bu haftasonuna kısmet oldu: bresson; diğerini ise cuma gecesi arka sayfa'da kanat atkaya'dan duymuştum: bir usta bir dünya: vüs'at o. bener.

öğlen yemeği

yemek için iki gün de aynı yere gittim çünkü ilk günkü çorba ve salatayı çok beğendim. soru: ben niye bu kadar lezzetli salatalar yapamıyorum?

işin ilginç yanı saatler farklı olmasına rağmen her iki gün de bitişiğimdeki masada aynı kişinin oturuyor olmasıydı. iki gün de o sudokuyla uğraştı, ben dergi okudum. o bu tesadüfün farkında değildi galiba, öyle gömülmüştü ki sudokuna.

vüs'at o. bener

sevdiğim yazarlara bakınca hepsiyle öğrencilik yıllarımda tanışmış olduğumu görüyorum. o yıllarda elime her geçeni okuyacak hevesim ve vaktim vardı. şimdi vakit bulsam bile müşkülpesentim artık ya da belki daha temkinliyim mi desem yeni yazarlar konusunda, bilmiyorum. neyse. vüs'at o. bener'i de ilk defa öğrenciyken okumuştum, dost adlı hikaye kitabını ve ıhlamur ağacı adlı oyununu. bilmiyorum o dönem bende neden hiç iz bırakmamış bu kitaplar. pikap ve plaklarını, çalışma köşesini, yaşam öyküsünü, mektup ve fotoğraflarını görüp yazarın dünyasına ucundan kıyısından birkaç adım atınca kitaplarını yeniden okumak istedim. bu da beni çok mutlu etti çünkü yeni bir yazara duyduğum bu merakı epeydir kaybetmiştim. sergiden çıkınca sergi kataloğuyla birlikte birkaç kitabını aldım. henüz hiçbirini okumadım ama yazarın fotoğraflarının, "kendi öyküsü" başlığıyla anlattığı hayatının ve sergide gördüğüm diğer şeylerin beni etkilediğini söyleyebilirim. hakkında okuduğum yazılar çok kolay erişilebilen, hemen anlaşılabilen bir yazar olmadığını söylüyor, belki de bu yüzden ikinci kez keşfetmem gerekiyordu vüs'at o. bener'i.

bresson

sergideki fotoğrafların bir kısmını "avrupalılar" başlıklı sergide de görmüştüm. bu kez bir de belgesel seyrettim sergi salonunda. ilginç bir adam bresson. görünmeyi sevmiyor pek, kendini abartıp önemseyen biri değil. olsaydı yine de bu fotoğrafları çekebilir miydi?

fotoğraflarının bana verdiği duyguyu anlatabilmeyi isterdim.en sevdiklerim hangileri diye düşündüm bu kez. capote'nin yapraklar arasındaki pozunu ilk gördüğümden beri çok etkileyici buluyorum, biri kesinlikle bu.


alametifarika?

bugün kuzenlerimle buluştum. cem de deniz'le oynadı. deniz öyle büyümüş, değişmiş, tatlanmış ki, ayrıldığımızdan beri ikide birde aklıma geliyor şirin yüzü. cem başlarda biraz yadırgadı başka bir yerde olmayı, kuzenleri, deniz'i. ben de onun bu durumunu garipsedim çünkü normalde yeni ortamlara hızla alışır pek tereddüt etmezdi, oysa ısınıp evdeki gibi oynamaya başlaması biraz zaman aldı. çok tatlıydı ikisi de o anlarda. ayrı ayrı oynuyor gibiler yine de birbirlerini gözucuyla takip ediyorlar sanki. deniz daha 11 aylık, emekliyor. oyuncak çekmecesinin önünde epey takıldılar beraber, biz de albümlere baktık, fotolar çektik o sırada.cem'in başlardaki utangaç, çekingen hali büyümenin bir alametifarikası mıdır çözemedim. burdan da hemen kendime bi suçluluk payı çıkarmayı bildim ve acaba yeterince sosyal bir hayatı yok mu çocuğun, o yüzden mi yadırgıyor, çekiniyor gibi senaryolar üretmekte gecikmedim. alışkanlık işte.


oğul odası
sevilen birinin ölümünün ardından yaşam nasıldır?

nanni moretti çok sevdiğim bir yönetmen. 3-4 sene evvel vizyonda izleyip beğendiğim bu filmin orjinal dvdsini 2 dvd kiralama fiyatına (1 dvd kiralama=3.5 ytl) bulunca kaçırmadık. filmleri bir defadan fazla izlemem pek, bu filmi izlemek istedim. onur izlememişti, pazar gecesi beraber izledik. hayatı yeni haliyle kabullenmeye çalışmanın getirdiği üzüntü ile acı, sade ve doğal oyunculuk, iyi bir film.


ek: nanni moretti filmlerinde ne anlatırsa anlatsın mutlaka bir mizah duygusu katıyor işin içine. mesela hastalığı (kanser) ile ilgili bi filmini gözlerimizin içine bakarak bu sırada da su içerek bitirmişti. bu filmde ise üzüntüyü seyirciyi üzmeden anlatmış bence ki bunu tercih etmeyen yönetmenler çoktur ülkemizde. daha dramatik ya da kalıcı bir etki için duygularla oynamakta sakınca görmez kimi yönetmenler. bir noktada kötü oldum ama film bittikten sonra iyimserlik, neşe gibi hisler bıraktı bende. kasvetli, ağır, dramatik bi şekilde işlememiş konuyu. bundan da biraz bahsetsem iyi olurdu film hakkında bi şeyler yazarken. caro diario (sevgili günlük) ve aprile (nisan) filmlerini önce izleyin bulabilirseniz. -yorumlar kısmına yazdığım bir cevaptan-

nanni moretti'yle film hakkında röportaj

No comments: