dün iş sonrası hayatımın ikinci seminerine gittim. onur trafiğe takıldı, gecikti, cem de babasını komşu melisalar'da oynayarak beklemeyi kabul etmedi, bu yüzden ikimiz taksiye binip toplantı mekanına vardık. onur gelip cem'i ordan alacaktı ama iyimser tahminleri gerçekleşmedi, yankı yazgan konuşmaya başladığında hala gelememişti. cem'le ikimiz sahnenin kenarına, dinleyicilerin tam karşısına denk gelecek şekilde oturarak hem onur'u beklemeye, hem de y.yazgan'ı dinlemeye başladık. sahnede oturmak benim fikrim değildi, kapının yanında cem'le dikilmekte olduğumuzu gören y.yazgan'ın daveti üzerine oraya yerleştik. salon kalabalıktı ve hiç boş koltuk kalmamıştı. cem ilk 15 dakikayı sessiz geçirdi ama sonra son zamanlarda kalabalık yerlerde kullanmayı adet edindiği ses tonuyla "burası ne?", "susadım" diye konuşmaya başlayınca kapı dışındaki yerimize geri döndük. içerde benden başka çocuklu kadın yoktu, tahmin etmişsinizdir.
takip edebildiğim ve hatırladığım kadarıyla kısa bir özet:
* bebeğinizin gözlerine bakarak onunla iletişim kurmanız onun ilk günlerinden itibaren çok önemli. bebekler sosyalleşmeyi böyle öğreniyorlar. sosyalleşme insan hayatında yaşamsal bir konu, hepimiz toplumsal hayata ama az ama çok bir şekilde entegre olarak yaşıyoruz. insan ancak diğer insanların arasındayken insan olur.
* en yakın ilişki nedir derseniz bebeğiyle onu emziren anne arasındaki ilişkidir derim. birbirlerinin gözlerine bakarak geçirdikleri anlarda her ikisinin de duyguları çok yoğundur.
* bebeğinin yüzüne bakmakta olan yeni anne neler hisseder, en çok ve yoğun olarak ne hisseder?
korku ve kaygı.
neden? onu çok sevdiği, onu kaybetmekten çok korktuğu için. yazgan'ın konuşma yaptığı bir gruptaki kadınlardan biri doğumdan sonra eve geldiklerinde bebeğiyle balkona çıkmaktan korktuğunu çünkü ya düşüverirse diye değil, ya onu aşağıya atarsam diye endişelendiğini anlatmış; bu bende de olmuştu, ilk 2-3 ayında cem kucağımdayken balkona çıktığımda ya onu aşağıya atarsam diye korkup içeri kaçıyordum. y.yazgan annenin bebeği atacağı falan yok, ondan ayrılmaktan çok korktuğu için geliyor aklına bunlar, dedi. çok sevenler ayrılmaktan çok korkarlar.
* çocuğun en büyük ihtiyaçlarından biri arkadaştır. arkadaşı daha fazla çocuk yapılan araştırmalara göre daha az nezle oluyormuş. neden? arkadaşı çok olduğu için bağışıklığı daha kuvvetlidir. kimi doktorlar çocukların 5 yaşına kadar (bağışıklık sistemi toparlansın da ondan sonra diye) yuvaya gönderilmemesini savunurlar; bu doğru değil, 5 yaştan sonra hiç yollama zaten...
* son yıllarda yeni bir sosyalleşme akımı ortaya çıkıp istanbul'dan anadolu'ya yayıldı: çocuğu sosyalleşsin diye alışveriş merkezlerine götürmek; bunun sosyalleşmekle bir alakası yok, hiçbir faydası yok. sosyalleşmek, oyun grubu, yuva, apartman arkadaşlığı yani belli aralıklarla, belli çocuklarla bir araya gelip onlarla ortak zaman geçirmektir ve çocuk için çok gereklidir, bu zamanın yaratılması konusunda elimizden geleni yapmalıyız.
* çocuğun ilk yalnızlığı okula başladığı zamandır ve anneden ayrı geçirilen bu zaman, bu ayrılık çocuk için zor olsa da sosyalleşme adına çok önemli bir adımdır.
* çocuklarımızı kendi farklılıklarını, özelliklerini koruyacak şekilde büyütmemiz önemli. bir şeyleri herkes yapıyor diye yapmamız gerekmiyor, çocuklarımızın da herkesin davrandığı şekilde davranması gerekmiyor. herkes okula gönderiyor, ben göndermeyim demek değil tabii bu, ama herkes bu okula gönderiyor, ben de buraya göndereyimden çok çocuğun kişiliğine, yapısına uygun okulu seçmek önemli. her çocuk farklı, çocuğun özelliklerini, farklılıklarının çocukluğunda törpülenmemesi, muhafaza edilmesi, çocuğun kendi özellikleriyle yaşamayı öğrenmesi önemli.
* insanların doğruyu söylemek yerine herkesin söylediğini söylediği bir ortamda karaya kara, aka ak diyecek cesarette olmak yürek ister deriz ama aslında beyin ister. yapılan deneyde herkesin ak dediği karaya kara diyebilen kişinin beynindeki acı ve ağrı merkezlerinin sinyal verdiği görülmüş (gösterdiği resimde o bölgeler kırmızıydı) yani çoğunluğun aka kara dediği ortamda aka ak, karaya kara diyebilen insan o acıyı çekmeyi göze almış demektir, cesurdur. bu cesareti herkes gösteremez ama ancak gösterebilenlerin çok olduğu toplumlarda bir ilerleme kaydedilir.
* belli bir yaşa kadar (3 müydü 6 mı emin olamıyorum) çocuğa yapma dediğinizde yap demiş olursunuz (yine beyin slaytları geldi ama ben sahnenin üzerinde, çok kenarda olduğum için bu seferkini göremedim) buna örnek olarak kızının 10 sene önceki halininin konuyla ilgili videosunu izledik. 3 yaş civarındaki çocuk çikolata yedikten sonra elleri havada duruyor, ellerine çikolata bulaşmış, annesi uzaktan yapma deyince eller mama sandalyesine yaklaşıyor, anne 2 kere daha yapma dedikten sonra, kızı muzur muzur gülümseyerek ellerini mama sandalyesinin kumaşına değdiriyor. başlangıçta hiç öyle bi niyeti yoktu sanki ama "yapma"ları duyunca... çok tipik bir örnek, her evde yaşanmıştır kaç kez.
* kendini tutma/dizginleme ve öğrenme merkezleri (beyin slaytları eşliğinde, ben göremiyorum) beyinde aynı yerde. çocuk bu ikisinden sadece birini yapabiliyor, ikisini aynı anda yapamıyor. yerinden kalkma, konuşma, kıpırdanma gibi bir uyarı alan çocuk bu söyleneni yerine getirmeye çabalarken bir şey öğrenemiyor. eve gelince bugün okulda ne yaptınız dediğinizde siz, boş boş yüzünüze bakıyor.
dinleyicilerden biri: "çözüm?"
çözüm çocuğa yapma-etme demeyeceğimiz ortamlar sunmak. sınıfların maksimum 25 kişi sınırına çekilebilmesi iyi bir adım olabilirdi mesela. 60 kişilik sınıflarla bugüne kadar yapılmış olanlar mucize, olağan bir durum değil yani.
y.yazgan'ın konuşması yazıları gibi akıcı ve esprili, ilk yarım saati benim için zor geçti ama gittiğim için mutluyum. konuşulan konuları hatırladığım haliyle buraya geçirdim, kupkuru ve bölük pörçük oldu biliyorum. bir de seminer çıkışında dağıtılan kağıttan alıntılar ekleyeceğim, bu paragraflar yankı yazgan'ın düşe kalka büyümek adlı kitabından alınmış. konuşmanın başlığı da düşe kalka büyümek'ti.
".... 3 yaşına kadar olan dönemde o yaş grubu için özel olarak hazırlanmış programlar dışında televizyon izlenmesine karşıyım. amerikan pediatri akademisi'ne kulak verirsek 2 yaşıdan önce tv hayatımızda olmamalı. bu noktada bir şeyi özellikle belirtmek istiyorum. televizyon karşısında zarar görmek kafa karıştırıcı bir kavram; ne zararı var diyebiliriz ama bir çocuk için yarar görmemenin de bir zarar olduğunu anne babalar kesinlikle unutmamalı. çocukların bizim kadar boşa geçirecek vakitleri yok."
"... anne babalar acaba hangi okul iyi? hangisi daha iyi yetiştirir? tartışmalarına boğulduğunuz şu günlerde arayışlarınıza ölçüt olarak daha basit bir ilke koyabilirsiniz: hangi okul ortamında benim çocuğum hırpalanmadan, kendine güven ve saygısını yitirmeden büyüyebilir? çocuğum neler öğrenir, öğrendiklerini nasıl öğretirler galiba ikinci derecede ve teknik bir husus. çocuğum hak ettiği saygıyı görür mü? benim mahallenin bir köşesinde, 60 kişilik sınıfta öğretmenimden gördüğüm adam muamelesini, o benim onu sokmaya çalıştığım yerde bulabilir mi?"
"... aslında bir çocuk için hayat dünyada neler olup bittiğini anlamaya, olmuş bitmişlerden bir anlam çıkartmaya çalışarak geçer."
verilen bilgiye göre 26 şubat salı birgül çay'ın pediatrik konuşma ve dil terapisi başlıklı semineri var. (yer: caddebostan kültür merkezi)
- gelişimsel konuşma ve dil sorunlarına genel bakış
- konuşma ve dil gelişimini etkileyen faktörler
- ağaç yaşken eğilir - erken tanı ve tedavinin önemi
- aile ve profesyoneller çocuğa destek olmak için ne yapabilirler?
ayrıntılı bilgi için:
http://www.ezosunalcocukatolyesi.com/
Wednesday, January 23, 2008
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
7 comments:
çok makbule geçti bu notlar! çocukların farklılıkları meselesi uzun zamandır kafamı kurcalıyordu biraz rahatladım. ben niye gitmedim ya, hep uyuyorum burda. sağol!
kulaklarina, gozlerine, ellerine saglik, en cok da guzel aklina saglik:) kacirdim ama oradaymisim gibi hissettim yazdiklarini okuyunca, sagolasin...
sagol yas!
bir sagol da benden Yasemin ;)
Yasemin teşekkürler link için de.
Bu arada şu aşağıdaki diyalog bizde de yaşanıyor her gün ne yazık ki, kolaysa al laf ağzından.
Çok güzel bir yazı olmuş, bizim için de çok gerekli. Balkon korkusunu ben de aynen yaşadım. Hatta pencerelerin yanına yaklaşmaktan bile korkuyordum/korkuyorum. Bazen bu tarz olaylar da abartıyorum diye kendime kızıyorum ama bu benim için geçerli değilmiş sadece. Rahatladım doğrusu.
Çok teşekkür ederim. Sevgiler
Post a Comment