Showing posts with label doğum. Show all posts
Showing posts with label doğum. Show all posts

Wednesday, January 12, 2011

doğum - 2

Bir kere gözlemleriniz oluyor. Doğar doğmaz, anne kucağına bıraktığınızda bebekler başlarını kaldırıp hemen anneye bakıyorlar, ancak ondan sonra rahatlıyorlar, kendilerini bırakıyorlar.Aynı yer çünkü, kalp atışı var, anne sesi var, sıcaklığı var, ten teması var. Ben spot filan açmam. “Tak” diye de kordonu asla kesmem. Bebeğin yeni ortama alışmasını beklerim. Pek çok kitap var bu konuda, bebeklerin aslında her şeyi hatırladığı yazılıp çiziliyor, “o an”ı biliyorlar. Şu anda hepimiz çocuklarımızı, “Evet bireydir” diye yetiştiriyoruz ama 20 yıl önce“Anlamıyor henüz, o bir çocuk!” diye yetiştiriyorduk. Bir dönem çocukları canlı canlı sünnet ettik, “Acı duymaz nasıl olsa!” diye. Halbuki ne travmalara yol açmışız. Aynı şekilde “planlı sezaryen”in etkilerini de sonra fark edeceğiz. Artık popoya şaplak vurmak, ayaktan tutmak,bunlar da bitti...

tamamı için TIK
röportajın ilk bölümü için TIK

linkler:

blog arşivinden:



Thursday, December 9, 2010

emzirme yastığı

iki bebeğimde de çok kullandım emzirme yastığını, hala da kullanıyorum. rüya ve cem'den başka arkadaşlarımın çocukları efe, defne ve deniz de doğdukları zaman bu yastığa baş koydular. ürünün doğumdan sonraki ilk haftalarında günün büyük bölümünü emerek geçiren bebekler ve anneleri için faydalı bir icat olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz.


emzirme yastığı, emzirirken koltukla bütünleştiğim günlerde beni kol ve bilek ağrısından kurtardı, bebeklerim için rahat, yumuşak bir zemin sağladı. bu yastık sayesinde emzirirken okuyabiliyorum, film izleyebiliyorum hatta rüya emerken uyuyakaldığında yerimden kalkmama gerek kalmadan filme ya da kitaba devam edebiliyorum. böylece yatağa koyduğum anda gözünün açılması riskine girmeden filmi sonuna kadar izlemiş oluyorum :) ayrıca yastığı, bebeğin sırtını orta kısma yerleştirip hafif dikleştirerek yatırmak için kullanmak da mümkün. bebeğiniz oturmaya başladıysa, dengesini kaybettiğinde düşmemesi için onu C şeklindeki yastığın ortasına oturtup kenarları düşmesini engellemek için de kullanabilirsiniz. bizdeki yastık 5 bebek ve anneleri tarafından tepe tepe kullanıldığına göre yeni annelere ve bebek bekleyenlere rahatlıkla önerebilirim bu ürünü.

Thursday, November 4, 2010

yeni doğum yapan arkadaşa yardım önerileri - 2


siz hiç doğum yapmamış ya da yeni doğum yaptığınız günleri unutmuş olabilirsiniz ama arkadaşınızı unutmayın. sık sık ziyaretine gidin, sık gitmek zor, arayın, mail atın.

genellikle bebeğe hediye götürülür ama yeni doğum yapan annenin ihtiyacı bebek kıyafeti değildir pek. bana sorarsanız giderken anneye ev yemeği götürün ya da onun için yemek pişirmeyi teklif edin. yardımcı yoksa bebekli evde en önemli ihtiyaç yemek oluyor. son izlediğiniz film ya da son okuduğunuz kitap da makbule geçecek hediyeler arasındadır, yeni anne benim gibi süt sağmayan tiplerden biriyse tekrar sinemaya gitmesi için aradan epey zaman geçmesi gerekecektir çünkü.

Tuesday, November 2, 2010

yeni doğum yapan arkadaşa yardım önerileri - 1

yeni doğum yapan arkadaş, yardıma ihtiyacı olan arkadaş demektir. muhtaç durumdaki bu arkadaşa nasıl yardımcı olabileceğinizi bilmiyorsanız beni dinleyin.


eğer arkadaşınızın büyük çocuğu varsa, bir günlüğüne ya da geceliğine onunla ilgilenmeyi teklif edin. büyük kardeşle neler yapabilirsiniz? onu bir gün okuldan alabilir, sinemaya götürebilirsiniz. ya da haftasonu bir gün birlikte lunaparka, parka, sahile ya da maça gidersiniz. hava mı kötü? evinize gidip beraber tombala, kızmabirader, lego vs. oynarsınız, resim yapar, sevdiği bir yemeği ya da tatlıyı pişirir yersiniz. biraz yaratıcı olun, bir çocukla eğlenceli bir gün geçirmek o kadar da zor değil ;)


eğer sizin de çocuğunuz varsa, hele de çocuklar arkadaşsa zaten ne yapalım diye düşünmenize gerek kalmayacak. bakın mesela alev, rüya 10 günlükken, emzirmekten bitap düştüğüm bir cumartesi akşamüstü oğlu yağmur ile birlikte gelip cem'i evden aldı. o gece cem onların misafiri olacaktı. çocuklar akşam yemeğinde ev yapımı hamburger yemişler, bol bol oynamışlar ve onlara böyle bir gecede giysinler diye önceden almış olduğum bir örnek pijamaları giyip aynı odada uyumuşlar. o gece oyun sırasında cem'in bir süredir sallanmakta olan ilk dişi düşmüş (belki fotoda görebilirsiniz) -unutmadan, aynı gün rüya'nın da göbeği düşmüştü.- çocuklar ertesi sabah salonda sandalyeler ve battaniyeden oluşan çadırlarında kahvaltı edip charlie ve lola'yı izlemişler. onur cem'i baskete götürmek üzere öğlene doğru yağmurlar'dan aldığında cem çok mutluydu.


işte size herkesi mutlu eden paha biçilmez bir yardım.


bu güzel gün ve fotolar için alev'le yağmur'a teşekkür.

eski istanbul'da lohusalık adetleri

geçen postta, dünden bugüne istanbul ansiklopedisi'nin doğum adetleri maddesinden eski istanbul'da doğum adetleri hakkında alıntı yapmıştım. bugün de devamını eklemek istiyorum:

lohusalık adetleri

Doğumun ardından çocuğa 24 saat bir şey verilmez, üç ezan vakti geçinceye kadar çocuğun ağzına ılık şekerli su akıtılırdı. Üç ezan sonra lohusa Kuran'ın açılan herhangi bir sayfasına şahadet parmağını sürerek çocuğun dudağına götürür böylece çocuğun ağzı açılmış olurdu.


Lohusanın sütünün artması için pekmez, şrbet, mercimek çorbası, börülce, soğan, tahin helvası, karaciğer, boza, süt ve ayran verilir, süt veren kadına emzikli denilirdi. Sütü kesilen ya da olmayan lohusa akşam ezanı iki kapı arasındaki su dolu bir leğenin içine elinde taze soğan ve ciğer yer halde girer, diğer taraftan "dağda isen bayırda isen kızımın (ya da oğlumun) sütü gel" diye bağırırdı. Bunun ardından sütün geleceğine inanılırdı. Emzikli kadının sütü az ya da hiç olmazsa "sütanne" tutulurdu. Çocuğu 1,5-2 yaşlarında sütten kesmek adet haline gelmişti. Erkek çocukları kız çocuklarına göre memeden daha geç kesilirdi.


Doğumun ertesi günü lohusa ter döşeğinden kaldırılarak lohusa döşeğine getirilirdi. O günden itibaren lohusaya baldırıkara denilen otun suyundan her gün bir fincan verilirdi. Lohusa döşeğine getirildiği gün şerbet de kaynatılarak sürahilere konulur, doğan çocuk erkek ise şişeye kırmızı kurdele, kız ise al gaz boyaması sarılırdı. Bu sürahiler lohusanın akraba ve uzak semtlerdeki dostlarına gönderilir, şerbet gönderilen evden bahşiş ve mendil verilirdi.


Doğumun üçüncü gününden itibaren konu komşu, hısım akraba gözaydınına gelirlerdi. Ziyaretçilere kahve daha sonra sıcak lohusa şerbeti ikram edilir, şerbeti içenler "Allah lohusanın sütünü gür etsin." diye dua ederlerdi. Gözaydınına gelenler ikinci ziyaretlerinde "hatır sorma" adı altında lohusaya hediye getirirlerdi. Bu ziyaretler sekizinci gün sabahı sona ermek üzere 7 gün 7 gece devam ederdi. Lohusaya hediye olarak yakın akrabalar mücevher, kıymetli kumaş, ziynet altınları, şekerleme ya da çeşitli yiyecekler, çocuğa ise maşallahlar, mama takımı, çıngırak gibi oyuncaklar getirirlerdi.


Yeni doğan çocuğa doğumun ilk haftası içinde mutlaka ad verilir, doğumun üçüncü günü uğurlu bir saatte çocuğun adı konulursa da cuma namazından sonra ad verilmesi daha hayırlı sayılırdı. Babası ya da dedesi abdestliyken çocuğu kucağına alır ve kıbleye dönerek kulağına ezan okur, sonra da kararlaştırılan isim çocuğun sağ kulağına üç defa söylenerek verilirdi. İstanbul'da çocuklara iki ad vermek yaygın bir adetti. Bunlardan Mehmet, Ahmet, Hasan, Hüseyin, Ali, Fatma, Ayşe, Emine, Zehra gibi Müslümanlarca kutlu sayılan göbek adlarıdır. Bunun dışında verilen adların seçiminde de aile büyüklerinin, devrin devlet adamlarıyla ünlü komutanlarının adları etkili olurdu. Ayrıca dönem dönem moda olan adlar da vardı.


Lohusalığın 6. günü son gün toplantısıdırç Eskiden bu günün akşamına kına gecesi denirdi. Kına gecesi ya da ertesi günü bazı aileler mevlit okuturlar, gece yarısı beşik çıkma merasimi yaparlardı. Beşik ince oymalı ve sanatkarane yapılmış olup içine ağır kumaşlardan sırma yorgan ve yastık konulurdu. Beşik, ebe hanım ve çengilerle önünden ve arkasından ikişer kadın ve düğünlerde de hizmetçilik eden hamam ustaları tarafından kırmızılı yeşilli fitilli mumları eline almış vaziyette lohusanın odasına çıkarılırdı. Ebe ince sesle ninni söylemeye başlari bu sırada aile fertleri ve misafirler tarafından çengilere altın yapıştırılırdı.


Gece yemiş çıkarılması da kına gecesi adetlerindendi. Bu yemiş eğlencelerinden sonra çengiler taklitli oyunlar oynarlar, izleyicileri güldürürlerdi.


Doğumun 8. günü sabahı lohusa döşeği kaldırılır, gerek ter ve gerekse lohusa döşeklerinde yatan lohusa ve çocuk yalnız bırakılmazdı. Yalnız bırakıldığı takdirde al basacağına ve lohusanın öleceğine ve kırklara karışacağına inanılırdı. Bu nedenle çocuk doğduğu gün lohusanın ve çocuğun başına al bağlamak adeti vardı. Lohusayı al basmasından korumak için birkaç sarmısak ve soğan, kebap şişine geçirilir, şiş ve sarmısak, soğan başlarıyla birlikte al bir gaz boyamasına sarılır, şişin bir ucuna bir pabuç eskisiyle birkaç mavi boncuk bağlanır ve bunlar lohusa yatağının başucuna asılır ya da kapısının arkasına süpürge konurdu. Lohusa ayrıca doğumdan itibaren kırk gün sokağa çıkarılmazdı. Doğumun kırkıncı günü ilk defa sokağa çıkarılarak hamama götürülür, bu sırada da çeşitli eğlenceler düzenlenirdi. (kırk hamamı, kırklama)

Wednesday, October 27, 2010

eski istanbul'da doğum adetleri


rüya bugün bir aylık oldu. günler emzirmekle geçiyor. saatler süren emzirme seansları sırasında film izliyorum ya da bir şeyler okuyorum. geçen gün lohusalık ile ilgili eski istanbul adetlerini merak edip istanbul ansiklopedisi'ne baktım. ne de olsa önümüzdeki 10 gün boyunca ben de hala lohusayım. lohusa, ilginç bir sözcük. ne diyordum, doğum adetleri başlığında aradığımı buldum. meraklısı için eski istanbul'da doğum ve lohusalık adetlerini iki bölüm halinde bloga ekleyeceğim.


bugün ilk bölüm: doğum. 

"Çocuk geleneksel Türk toplumlarında soyun ve ocağın devamlılığı için çok önemli bir unsur olmuştur. İstanbul'da da evlendikten az zaman sonra çocuğu olmayan kadın, kocası ve ailesi için endişe nedeniydi.


Eski İstanbul ailesinde gebe kadın, gebeliğin 40. gününden itibaren portakal, limon, sirke gibi ekşi şeylere, kuru ve yaş meyvelere, tatlı ve şekerlemeye düşkün olduğu için istekleri yerine getirilmeye çalışılır; ekşi ya da tatlı yemesine bakılarak çocuğun cinsiyeti tayin edilmeye çalışılırdı. "ye tatlıyı doğur atlıyı, ye ekşiyi doğur Ayşe'yi" sözü, tatlı yiyen kadının erkek, ekşi yiyenin kız doğuracağı inancını yansıtmaktadır. (rüya'ya hamileliğimde ben de hiç tatlı yiyemedim, ekşiye düşkündüm.) Çocuğun erkek olduğunu tahmin için gebenin fiziksel durumu da önemlidir. Erkek çocuk gebelikten 3 ay sonra hareket eder. Ağırlık ve hareket kadının sağ tarafındadır. Gebenin karnı yuvarlaktır. Kaşları ve kirpikleri dökülmesine rağmen gebenin güzelleştiği inancı vardır. Sütü beyaz olur ve süt ilkin sağ memesinden gelir. Bu gelişmelerin tersi olursa bebeğin kız olacağına inanılırdı. Eskiden İstanbul'da halk arasında erkek ayının ödü ile safra karıştırılıp içildiği takdirde çocuğun erkek olacağına dair bir inanış tespit edilmiştir. Gebenin oturduğu odaya iki minder konulur; birinin altına makas, diğerine bıçak ya da çakı konulur; kadın bilmeden makasın olduğu minderin üzerine oturursa kızı, çakı ya da bıçağın olduğu minderin üzerine oturursa oğlu olacağına inanılırdı.


Gebelik süresiyle birlikte doğum hazırlıkları da başlamaktadır. Eski İstanbul'da doğumu yaptıracak ebe bulunması önemli bir konuydu. Her ailenin güvenini kazanmış; tanıdık, bildik, sır saklayan bir ebe kadın vardı. Doğum evde gerçekleşirdi. Cumhuriyetten sonra daha çok hastanelerde doğum yapıldığı görülmektedir. Gebeliğin 6. ayından itibaren doğacak çocuğun takımları "kundak takımı" adı altında hazırlanır. Tülbent ya da ipekten önü açık bir gömlekle takkeden; pamuklu ve yukarısı geniş, altı dar etek bezinden, yumuşak tülbentten yapılmış sargı bezlerinden; yazma yemeni, duvak ve nazarlıkla ipek ya da patiskadan sade, işlemeli bir kundaktan oluşan takımın doğumdan önce hazırlanmış olması şarttı. Doğumu yaptırması kararlaştırılan ebe hanım son üç aya girildiğinde herhangi bir gün eve çağrılır, besmeleyle ve dualarla hazırlanan takım, kundağın içine yerleştirilirdi. Kundağın içine çöreotu serpilmesi, ayrı bir bohçaya konulduktan sonra kıbleye karşı asılması, üstüne de kese içinde bir Kuran konulması çok eski bir adetti.


Ebe doğum gününü aşağı yukarı tahmin ederek yakın bir günde doğum iskemlesini bu eve gönderirdi. Bu, kolay bir doğum için kullanılan ve koltuğa benzeyen bir iskemle olup bugün terk edilmiş eski bir araçtır. Gebede ilk sancılar başlayınca ebeye haber verilirdi. Ebe gerekli önlemleri alır, ilaçları hazır ederdi.

Doğum zorlaşırsa iki kişi gebe kadının kollarına girerek odada gezdirirlerdi. Ayrıca kocasının avcundan su içirilip "helallik" istenmesi de bir gelenekti. Doğumu kolaylaştırmak için kavun yedirilip et suyu içirildiği de olurdu. Doğum gerçekleştiği sırada ebe tekbir almaya, kelime-i şahadet getirmeye başlayarak etrafındakilere haber verir, orada bulunanlar da iştirak ederlerdi. Doğumun ardından "son" ya da "eş" denilen plasentanın gelmesi beklenirdi. Ebe eşin gelmesiyle çocuğun göbeğini karından itibaren bir karış uzunlukta keser ve göbek adını koyardı. Bu uzunluk çocuğun sesinin gür ve güzel olması için konurdu. Göbek bağının kesilen kısmı cami ya da okul duvarına sokulurdu. Göbeğin kesilmesinin ardından çocuk evvelce hazırlanmış su ile yıkanır, tatlı dilli olması için ağzına şeker sürülürdü. Ebe, çocuğu aile fertlerinin her birinin kucağına vererek bahşiş almayı ihmal etmezdi. Yıkanıp kundaklanan çocuğun yüzüne biri beyaz, diğeri yeşil iki duvak örtülmekte, kundağına incili nazarlık takılıp başucuna Kuran asılmaktaydı."


kaynak: istanbul ansiklopedisi, cilt 3, doğum adetleri, sf. 82/83

Thursday, October 7, 2010

aile yatağı

çağlar boyu sürmez. anlıktır ve bunlar en mutlu dakikalardır.

yogi bhajan


iki hamileliğimde de okuduğum ve sevdiğim bir kitabın bebekle beraber uyumakla ilgili bölümünden:

...

bebeğinizin süslü karyolalara ya da bebek odasına ihtiyacı yok, o bunu istemiyor, onun tek ihtiyacı ya da isteği size fiziksel anlamda yakın olmak. yavru kangurunun ihtiyacı nasıl annesinin kesesi ise, bebeğiniz de sizin yakınlığınızla büyüyecektir. bir bebeğin ihtiyaçlarını oyuncak mağazasına giderek ya da şehirdeki en süslü puseti satın alarak gideremezsiniz. sadece şu iki D'yi hatırlayın: Dokunmak ve Duyarlılık. (...) çoğu ülkede bebekler annelerinin üstünde ya da sırtındadır.

...

dünyanın pek çok yerinde anne ve babalar bebekleriyle aynı yatakta uyur. bebek uyandığında anne uyanır, emmek istediğinde emzirir. ama biz burada yöntemlere bağlıyız. bu kitapları bize, çocuğun ağlamasına izin vermek gibi "planlar" önermesi için okuyoruz. anneler alt üst olmuş bir halde bana geliyorlar ve "bebeğim gece boyunca uyusun istiyorum ama ağlatmaya kıyamıyorum." diyorlar. evet kıymayın. onu kucağınıza alıp emzirin!

yeni annelerin edindiği bu bilgiler, bebeği kendi yaşamlarına uydurmaya çalışmakla ilgili. yapmanız gereken ve yapmaktan zevk alacağınız şey, bebek, anne ve baba yani hepiniz için yeni bir yaşam yaratmak. bir sene içinde bebeğiniz konuşuyor, yürüyor olacak ve yaşamı boyunca hep sizden biraz daha, biraz daha öteye yürüyecek. bebeğinizle geçirdiğiniz hamilelik ve ilk sene bir daha asla geri gelmeyecek. lütfen bu süreyi düzenlemeye ve sıradanlaştırmaya uğraşmayın. bunu planlamaya çabalamayın. söylemek istediğim şey daha az karmaşık bir hayata gereksinim duyduğunuz. sadeleştirin ve basitleştirin. fedakarlık ve özveri. bu değerli dakikaları yaşayın.

...

kendinizi sizi hedefleyen pazardan çekip içinize ve bebeğinizin kalbine yönelmeniz çok mantıklı. bu küçük ruhun neye ihtiyacı var? bütün bebeklerin değil, sadece bu bebeğin. sezgilerinize ve bilgeliğinize, kendi bilgilerinize ve kim olduğunuza odaklanın. siz bebeğinizi, o da sizi seçti. bu harikulade bir ilişki.

(sf.217-220)


Yatıyoruz,
burunlarımız birbirine değerek
Ve ben ciğerlerimi
Senin uykudaki soluğunla dolduruyorum.



konuyla ilgili link:

Tuesday, September 28, 2010

doğuma gittim, dönücem :: şimdi sen varsın

27/9/2010
rüya


dinle :: şimdi sen varsın

şimdi sen varsın
yaşamak güzel
her yer aydınlık
mutluyum ben

şimdi sen varsın
coşuyor içim
bilmeli dünya
mutluyum ben

sen tanrı'nın bana 
verdiği nefessin
sen yıllardan sonra
bulduğum neşesin

birden bire 
içim coşar 

Tuesday, September 7, 2010

Sezaryen doğum astım riskini arttırıyor

hafif sayılabilecek astımım var, sürekli ilaç kullanmam gerekmiyor. en son evi boyattığımız zaman birkaç defa inhaler kullanmak zorunda kaldım. kimileri buna alerjik astım diyor, ancak kedilerle kapalı mekanda bulunursam veya bazı kimyasallara maruz kalırsam astımım tetikleniyor. şansa bakın ki, en sevdiğim hayvanlarla beraber yaşama şansım bu sebeple elimden alınmış durumda. 2,5 senesi kediyle beraber yaşayarak geçirilmiş 10 seneden beridir bu durumda olduğum için artık nerede, ne zaman başıma ne geleceğini biliyorum ve önlemimi alıyorum.

astım krizlerinden kaçınmanın yolu, alerjenlerden uzak durmak. ilk seferde normal doğum yapabilseydim almak istemediğim epiduralin, sezaryen ameliyatı sırasında astım atağına sebep olacağını öngörememiştik çünkü önceden yaptırdığım testlerle ancak sınırlı sayıda alerjenin etkisine bakılabiliyordu. halbuki bünyeniz alerjikse, beklenmedik bir anda, hiç bilmediğiniz bir maddeye de tepki verebiliyorsunuz. burada tecrübeler önem kazanıyor, örneğin farklı bir operasyonda verilen narkoz sırasında, epiduraldekine benzer tepkileri vereceğimi anlayınca müdahale edildi ve ben doğum sırasında yaşadığım sıkıntıları yaşamaktan son anda kurtuldum.

anne alerjik bünyeli olunca çocuklarının da alerjik bünyeli olma ihtimali var, alerjinin en önemli sebebi kalıtım, özellikle anne tarafında olması durumunda çocukta çıkma ihtimali daha yüksek. normal doğum ise bu ihtimali azaltıyor çünkü bebeklerin doğum kanalından çıkarken aldıkları dost bakteriler, onların bağışıklıklarını sezaryenle doğan bebeklere göre daha güçlü hale getiriyor. konuyla ilgili alıntıyı yaptığım aşağıdaki yazı, alerji ve astım konusunda bildiğim hemen her şeyi, yazılarından ve kitaplarından öğrendiğim ahmet rasim küçükusta'ya ait. kronik hastalığınız ne kadar hafif seyrediyor olursa olsun, mutlaka bilgi sahibi olmak zorundasınız. ben maalesef gittiğim doktorlardan pek bir bilgi alamamıştım oysa sadece test ve reçetelerle astım ya da başka bir kronik hastalıkla yaşamak mümkün değil.


"...

Hijyen teorisine göre; alerjik hastalıklardaki artışın nedeni, bebeklerin yaşamlarının ilk aylarında çok temiz ortamlarda büyütülmeleri ve mikroplarla çok az karşılaşmalarıdır. Buna göre, adeta steril ortamlarda yetiştirilen, çok sık antibiyotik verilen, pek çok virüs ve bakteriye karşı aşılanan ve bu nedenle de çok az enfeksiyon geçiren çocukların bağışıklık sistemleri mikroplarla yeteri kadar tanışamıyor. Uğraşacağı mikroplarla karşılaşamayan bağışıklık sistemi ise bu sefer toz, tüy, küf, polen gibi mikrop olmayan ama onlara benzeyen maddelere mikropmuş gibi davranarak anormal tepkiler gösteriyor. İşte, bu anormal tepkiler de karşımıza alerjik hastalıklar olarak çıkıyor.
SEZARYENİN ETKİLERİ
Sezaryenle doğan bebeklerde bağışıklık sisteminin gelişmesi ve olgunlaşmasında aksaklıklar meydana geliyor. Anne karnındayken vücudunda hiçbir mikrop bulunmayan bebeklerin mikroplarla ilk karşılaşmaları doğum sırasında gerçekleşiyor. Normal yolla doğan bebekler, annelerinin doğum kanalında bulunan mikropları alıyorlar ve bebeklerin bağırsaklarına bu mikroplar yerleşiyor. Bifidobakteri, bakteroides ve laktobasiller’den oluşan ve dost bakteriler olarak da bilinen bu mikroplar bebekte normal bağışıklığın gelişmesi için çok gereklidir. Buna karşılık sezaryen doğumlarla ameliyathanenin steril şartlarında dünyaya gelen bebekler ise ilk mikropları deri teması ile ve hastanedeki yüzeylerden alıyorlar. Bu nedenle de sezaryenle doğan bebeklerin bağırsak floralarını vücuda yararlı dost mikroplar yerine hastane mikropları oluşturuyor. Bağırsak florası bakımından olan bu farklılık aylarca, hatta bir görüşe göre 7 yaşına kadar da devam ediyor.
İşte alerjik hastalıkların sezaryenle dünyaya gelen bebeklerde daha fazla görülmesinin nedeni, bunların bağırsaklarında “dost mikroplar” yerine farklı cinsten ve farklı miktarlarda bakterilerin yerleşmiş olmasıdır. Bu çocuklar probiyotik, yani bağırsaklarında eksik olan dost mikropları içeren gıdalarla beslendiklerinde alerjik hastalıkların görülme oranlarının ve belirtilerin azalması da bu görüşü doğrulamaktadır.
..."

yazının tamamı için tık
ahmet rasim küçükusta kitapları için tık

Thursday, September 2, 2010

doğum kendi başlamalıdır*


Olmamış meyveyi taş veya sopayla düşürmeye kalkarsan dalı kırarsın, oysa olgunlaşmasını beklersen ağacı azıcık sallamanla kucağına düşer.”
dr. hakan çoker'den doğal doğum ile ilgili çok şey öğreniyorum ama öğrendiklerimin ne kadarını kendi hayatımda uygulayabileceğim bir muamma. yok değil aslında, biliyorum: çok azını, büyük ihtimalle de hiçbirini yaşayamadan yine kesilip biçileceğim. bu kadar edilgen olmak zorunda mıyım? değilim tabii ama artık doktor değiştirmekten imanım gevredi. her doktor değiştirişimde, hele de bu son haftalarda, kendimi biraz daha kaybolmuş hissediyorum. ben ikide bir telefonla doktorunu arayıp sorular soran cinsten bir gebe değilim. ilkinde de değildim, şimdi de değilim ama ya adamı gerçekten aramam gerekirse? böyle bir durum olursa, artık "doktorum" beni tanısın istiyorum. ayrıca şu da var, başından itibaren güvendiğiniz bir doktorunuz varsa, gebeliğinizde kendinizi güvende hissediyorsunuz. benim ilkinde öyleydi sonra çok sevdiğim doktorum yurtdışına gitti ve orada kaldı. ben de aradan geçen yıllarda bir daha kimseye kontrole bile gitmedim, ta ki yeniden hamile kalana kadar.
ilk doğumum, çekilen onca sancının ardından belki de doğuma iyice yaklaşmışken lüzumsuz bir sezaryenle sonuçlanmıştı. çok sıkıldığım için şu an bunu hiç anlatasım yok, belki sonra bir gün anlatırım. neyse, o zamandan beri yani 6 yıldır sezaryen sonrası normal doğum konusunu takip etmeye çalışıyorum ama yurdumda bırakın sezaryen sonrasını, her şey normal ötesiyken bile normal doğum yapmak sıradışı bir olay olduğu için karşılaştığım doktorların benim taleplerime yaklaşımları hep negatif oldu. ben de bu arada epey bir doktor tanımış oldum. şimdi artık yeni bir doktor bulmayı hiç istemiyorum ama randevulu sezaryeni de istemiyorum. bakın, normal doğum yapamayacağımı kabullendim artık, inanamıyorum ya. evet kabullendim çünkü yaparsın diyen bir doktora bile rastlayamadım. gerçi randevusuz sezaryene de okeyi alamadım, görüldüğü gibi kendi doğumum üzerinde hiç söz hakkım yok. ben nerede yanlış yapıyorum?

hamileyseniz ya da hamilelik gelecek planlarınızda yer alıyorsa dr. hakan çoker'in doğal doğum mail grubuna mutlaka üye olun. doğum bizim çevremizde gördüğümüz gibi anneyi ve bebeği edilgen konumda bırakan bir süreç olmaktan çıkmak zorunda. bu ülkede bir sürü konuda olduğu gibi gebelik ve doğumda da bizi korkular yönlendiriyor. bundan kurtulmak zorundayız. 60'lı 70'li yıllarda, muassır medeniyetlerde, mesela amerika'da ya da ülkemizdeki zengin kesimde, anne sütü banal bir beslenme yöntemiydi. şimdi emzirme ne kadar büyük önem kazandı. son zamanlarda normal doğuma doğru da bir dönüş başladı çok şükür ama geçen 15-20 yılda bağıra çağıra normal doğum ilkellik ve neredeyse fakirlik göstergesi olarak algılanır olmuştu. 6 yıl önce mesela, çevremdeki insanların çoğunun normal doğuma yaklaşımı şimdikinden farklıydı, o zamanlar normal doğumu beklediğimi söylediğim zaman epey uçuk bir tip olarak görülüyordum.

sezaryen bir doğum şekli değil bir kurtarma operasyonu. bebeğin veya annenin kurtarılması gereken durumlarda başvurulduğunda evet, hayat kurtarıyor ama kaçımızın gerçek bir doğumdan kurtarılmaya ihtiyacımız vardı ya da var?

neden edilgen olalım, neden kendi bebeğimizi dünyaya getirirken sırtüstü yatıp olup bitene seyirci kalalım hatta seyirci bile kalamayıp kendimizden geçelim de neden sonra narkozdan ayılalım?

neden normal doğumun riskleri sürekli sayılıp dökülürken, sezaryenin risklerinden hiç bahsedilmiyor?

normal doğumun hatta doğal doğumun, yani annelerimizin bizi doğurduğu yolun riskleri bu kadar konuşuluyorsa lütfen faydaları da bir bir sıralansın artık. sezaryende bebekler dünyaya bu faydalardan mahrum olarak geliyorlar, her bir sancının, anne karnında geçirilen her bir dakikanın bebeğe faydası var. önümüze sürülen sezaryen sebepleri her zaman gerçek sebepler değil, eğer olsaydı türkiye'deki sezaryenle doğum oranları bu kadar yüksek olmazdı. ben uzman değilim, bunları ayrıntısıyla anlatacak durumum yok ama gerçek sağlık sebepleri dışında, doktorların keyfine göre planlanan sezaryenle doğuma sonuna kadar karşıyım. bilgi için aşağıda linkini verdiğim siteye bakabilirsiniz.


* başlık ve ilk cümle dr.hakan çoker'in sitesinden alıntıdır (tık)

Wednesday, July 14, 2010

normal doğuma ne oldu?

"...
Ne oldu da doğumda aktif rol almaktan vazgeçip bedenleri üzerinde inisiyatifi kaybedip kontrolü kendi dışında başka birilerinin güvenli ellerine teslim ettiler? Artık nasıl, nerede ve ne şekilde doğum yapacaklarına karar vermiyor, veremiyorlar. Günümüz hastanelerinin sezaryen ağırlıklı, soğuk ameliyathane odalarında, bebeklerinin doğumunu tıbbi bir girişim olarak algılıyorlar."

Sunday, July 11, 2010

doğal doğuma doğru


"...
Bu doğum bende köklü bir bilinç değişikliği yarattı. İnsan evladı kendi doğasına, evrenin döngüsüne ne kadar da yabancı yaşıyormuş. Medeniyet, konfor adı altında kendi bedenimizden uzaklaşıyoruz. Doğum sancısı gerçekte "acı" değil. Bunu yaşamadan önce bu tür lafların geyik olduğunu düşünürdüm ama değilmiş.

Doğru karşılamayı bilenler için doğum bir doğa mucizesi. Ruhsal olarak da bir kadının yaşaması gereken bir tören. (...) Sadece doğumu tekrar yaşamak için çok şey veririm. Kim bilir, belki de yeniden doğururum! Artık üçüncü doğumu evde bir ayinle yapacağım.

Bence doğum mucizesi, bir ayini hak ediyor!"

Eren Lea Karslı, sf. 83