Showing posts with label alıntı. Show all posts
Showing posts with label alıntı. Show all posts

Thursday, October 16, 2014

Hayat sanattır.

"Bence hayatta her şey sanattır. Ne yapıyorsanız. Nasıl giyindiğiniz. Birini nasıl sevdiğiniz, nasıl konuştuğunuz. Gülüşünüz ve kişiliğiniz. İnandıklarınız, düşleriniz. Çay içişiniz. Evinizi nasıl döşediğiniz. Nasıl eğlendiğiniz. Alışveriş listeniz. Pişirdiğiniz yemek. El yazınızın nasıl göründüğü. Ve nasıl hissettiğiniz. Hayat sanattır."
Helena Bonham Carter


“I think everything in life is art. What you do. How you dress. The way you love someone, and how you talk. Your smile and your personality. What you believe in, and all your dreams. The way you drink your tea. How you decorate your home. Or party. Your grocery list. The food you make. How your writing looks. And the way you feel. Life is art.”
Helena Bonham Carter

Thursday, June 5, 2014

LGBTİ İstanbul Onur Yürüyüşü :: 29 Haziran Pazar

29 Haziran Pazar yürüyoruz. Sen de gel!

"Dünyanın hiçbir yerinde sadece lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve intersekslerin çabası yeterli olmuyor. Ortak ve herkesin kimliğine saygılı bir dünya hayal ediyorsak, bu dil, din, ırk, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği gözetmeksizin, herkesin kimliğiyle gerçekleşecektir." 



İstanbul LGBTİ Onur Haftası’nı kim düzenliyor?
Kalabalık, gönüllü bir ekip. İçlerinde LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks) dernekleri, medya çalışanları, avukatlar, akademisyenler, öğretmenler, bankacılar, bolca üniversite öğrencisi, sanatçılar ve seks işçileri bulunuyor. İnanılmaz renkli, kocaman bir aile. İzmir’den Mardin’e kadar Türkiye’nin her kentinde yaşayan LGBTİ’lerin katkılarıyla daha da büyüyor. Onur Haftası, LGBTİ’lerin hak mücadelesinin ve taleplerinin gündeme taşındığı zaman...
Kimler katılıyor?
Aklında, “Birlikte dünyayı daha iyi bir yer haline dönüştürebiliriz ve benim de buna bir katkım olabilir” düşüncesi olan herkes! Yıllardır mottomuz, “Sen yoksan 1 eksiğiz!” idi. Artık değiştirdik: “Sen yoksan çok eksiğiz!” diyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde sadece LGBTİ’lerin çabası yeterli olmuyor. Ortak ve herkesin kimliğine saygılı bir dünya hayal ediyorsak, bu dil, din, ırk, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği  gözetmeksizin, herkesin emeğiyle gerçekleşecektir...
Geçen sene müthiş bir şenlikti, bu sene nasıl olacak...
Yine çok görkemli olacak! 29 Haziran Pazar günü için herkesi davet ediyoruz. Biz en doğru politikanın, bireyin, baskılanmadan kendini özgürce gerçekleştirmesi ve ifade etmesi olduğuna inanıyoruz. Onur Yürüyüşü’yle bunu hep birlikte İstanbul’dan tüm dünyaya bir kez daha göstermek istiyoruz. Buradayız, alışın, gitmiyoruz. Bizler durdurulamayız.

Thursday, May 22, 2014

...

Ahlak, sorumluluğu üstlenmektir. Tek ahlak bu sorumluluk duygusudur. 14 yaşında çocuğun Gezi’de ne işi var diye soran yaratıklar, 14 yaşında çocukların okulda olmak yerine sanayi sitelerinde, inşaatlarda ne işi var diye sorunca ahlaklı olacağız. Değilse bütün ülke olarak o göçüğün altında kaldık.
...

tamamı burada

Friday, May 9, 2014

Azıcık da disconnect olalım lütfen!

Onur geçen hafta Sıfır Teorisi'ne (Zero Theorem) gitti, "Bir Brazil değil ama gördüğüme memnunum." diyerek döndü. İzlemeyi düşünen varsa tavsiye ediyor. Ben izlemedim, Tilda Swinton'a rağmen de pek izleyesim yok bugünlerde ancak bu durum, filmin yönetmeni Terry Gilliam ile film üzerine yapılan röportajdan alıntılar yapmama engel değil. Röportajı, festival günlerinde okuduğumdan bu yana buraya eklemek aklımda ama o sıralar blogdan, sadece blogdan değil internetten de uzaktım. Akıllı telefonum da olmadığı için günlerce internetten uzak durabildim. Söylemeden duramayacağım, ben kendime almazken, Cem yaşlarındaki çocuklarının (10-11, hatta daha küçüklerin bile kendi telefonları olduğunu gördüm) ellerine bu telefonlardan tutuşturanları anlamıyorum. İstiyorsa istesin, hayır, bitti gitti. Bir hayır diyememe hali. Gerçi belki almayı isteyen anne babalar da olabilir. Neyse, bir süredir internet mesaim çocukların okullarından gelen maillere bakmak için, o da her gün değil gün aşırı, çok hızlı bir mail kontrolünden ibaretti. Bundan böyle mail kontrol ve blog yazmayı hariç tutarsam "bir şeye bakıp çıkacaktım" diye bilgisayar başına oturmamanın çok yararını göreceğimi düşünüyorum. Yapmak istediğim pek çok şey için daha fazla vakit yaratabilmek bile yeterli bir sebep. Sosyal medya olayına blog dışında hemen hiç bulaşmamıştım zaten, bir feysim bile yok.


Bu konudan bahsetmemin nedeni Terry Gilliam'ın filminin bunlarla da ilgili oluşu ayrıca röportajda "Azıcık da disconnect olalım lütfen!" demiş. Bunu tam disconnect olduğum günlerde okumak çok hoşuma gitmişti. Azıcık disconnect olsak ölmeyiz, ölünmüyor gerçekten. Görmemeye, görülmemeye neden katlanamıyor zamane insanı, onu da tam çözemedim; çözülemeyenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor işte böyle...

*





Tuesday, May 6, 2014

Vizyondan :: Aşk Bilmecesi


Sinemada izlemeyi istediğim Aşk Bilmecesi'ni, sinemaya gitmeye üşenince internette bulup berbat bir görüntü kalitesiyle laptop ekranından izledim bugün. Film yıllar önce festivalde gösterildikten sonra vizyona giren İspanyol Pansiyonu'nun devam filmiymiş. Hatta üçlemenin sonuncusu olduğunu okudum, arada bir de Rus Bebekleri diye bir film varmış. İspanyol Pansiyonu'nu Alkazar'da izlemiş olmalıyım, ikinci filmi izlediğimi hatırlamıyorum. İspanyol Pansiyonu'nda, Barcelona'da Erasmus öğrencileri olarak bulunan kahramanlar, şimdi 40 yaşa merdiven dayamışlar, New York'talar, kafaları ve hayatları karışık. Hazır 40'a iyice yaklaşmış olmaktan (nedenini hala tam çözemediysem de) muzdaripken eğlenceli bir seyirlik oldu benim için.

Filmde Audrey Tautou, eski sevgilisi erkek karaktere Skype'dan 40. yaşlarını, 10 sene evvel 30. yaşlarını kutladıkları gibi kutlamak istediğini söylüyor ama bunun bir şekilde mümkün olamayacağını duyunca yakınıyor:

Audrey: 40. yılımızı 10 yıl önce yaptığımız gibi kutlamak isterdim...
Adam: Siz kadınların nesi var? Hep geçmişi yeniden yaşamak istiyorsunuz.

Monday, May 5, 2014

merhaba

Buraya uğramadığım günlerde yaklaşan 40 yaşımla birlikte geride kalan yılları düşündüm bol bol. Eski defterleri okudum, fotoğraflara baktım, müzik dinledim, az uyudum, çok içtim, yıllardır görmediğim eski arkadaşlarımı gördüm, epeydir ara verdiğim günlükleri yazmaya döndüm. Çocuklar büyüyor, ben yaşlanıyorum ama ortaokuldayken dinlediğim şarkılar şimdi olduğu gibi çalarken kendimi hala o yıllardaki gibi hissediyorum ya da kendimi ve her şeyi olduğu gibi hatırlıyorum. Yaşlara ve yıllara bugüne dek yüklediğim anlamlar olmasa da olurmuş.

*

Uzun aradan sonra ajandada karşıma çıkan Gandhi'nin sözüyle merhaba diyeyim.

Ruhumuzun bütün gücüyle zorbanın iradesine karşı çıkmalıyız. Ve ruhumuz kral, topluluk, kast, aile, insan, vahşi hayvan, ölüm korkusundan arınmış olmalı.

- Gandhi

Friday, February 21, 2014

Saftirik


Onur Sabit Fikir Dergisi'nin son sayısını karıştırırken rastlayınca bana da söyledi:

- Gördün mü küçük İskender Saftirik ile ilgili yazmış?

Şaşırdım ama o sırada başka bir şeyle meşguldüm, bakamadım sonra da unuttum gitti. Birkaç gün geçtikten sonra bu sabah arkadaşım da küçük İskender'in, Saftirik kitaplarının çocukların yazma ve günlük tutma alışkanlıkları geliştiren yönünü vurguladığını, Cem'in yazma ve resimli günlük gibi meraklarının bu kitaplardan da etkilenmiş olabileceğini söyleyince yazıyı bulup okudum.

Yazıyı okuduktan sonra Saftirik serisini pek incelemeden, belki de sadece çok popüler oldukları için  hafife alma tuzağına düşmüş olduğumu farkettim. Şimdi Cem okuduktan sonra tepedeki dolaba Rüya için sakladığım kitapları indirip ben de okuyacağım birkaçını.

*
"Hem görsel eğitim hem de okuma alışkanlığı açısından çok değerli olan Saftirik serisinin belki de en önemli özelliği, günlük tarzında olması nedeniyle çocukları günlük tutmaya, yani yazmaya da yöneltmesi.
...

Sezdirmeden siz de okuyun


Yazar ve illüstratör Jeff Kinney’in kaleminden çıkan böyle bir karakter var: Greg. Namıdiğer Saftirik Greg. Greg’in günlük tutmaya başlamasıyla bizim de şahit olduğumuz, hem arkadaş çevresiyle, hem ailesiyle hem de kendisiyle yaşadığı maceralara baktığımızda yukarıda saymaya çalıştığım karamsar tablo kayboluyor ve çocukluk/gençlik/yetişkinlik ilişkileri olağanüstü keyif veren bir seyir izliyor. Özellikle birey olma meselesi, bağımsızlık ama bağımlılık şartı, hayal gücünün enginliği kitapta özenle basite indirgenmiş bir dille, illüstrasyonlarla da renklendirilerek kahkahalarla okunabilecek, bir solukta bitirilebilecek metinlere devriliyor. Üstelik Saftirik’in yaşadıkları tek kitap da değil, tam bir seri.

Özellikle tatil dönemine denk gelen zamanlarda ilköğretim öğrencileri için kaçırılmaz tatta kitaplar. Yakın çevremdeki insanların çocukları Saftirik hayranı. Hem görsel eğitim hem de okuma alışkanlığı açısından çok değerli olan bu serinin belki de en önemli özelliği günlük tarzında olması nedeniyle çocukları günlük tutmaya, yani yazmaya da yöneltmesi.

Saftirik Greg’i çocuklarla tanıştırdıktan sonra, sezdirmeden siz de okuyun: Gerçekten eğleneceksiniz."

tamamı için tık

Thursday, December 19, 2013

kıskançlık


"Kıskançlık eğer bir insanın ruhuna sızmışsa, oraya çöreklenip oturmuşsa, o insan kendini toparlamak olanağını ömrü boyunca bulamayacağı gibi etrafındaki her güzel şeyi, her faydalı girişimi, para zenginliğinden gönül zenginliğine kadar her varlığı yıkıp bozmaya çalışır. O kadar ki, ancak her şeyi kuruttuğu, her şeyi yok ettiği, etrafını boydan boya çöl haline getirdiğinde yatışacak sanırsınız."

11 Aralık tarihli Saatli Maarif Takvimi sayfasını okuduğumdan beri ara ara kıskançlık üzerine düşünüyorum. Bazen takvimde bahsedilen kıskanç davranışlara maruz kalırız, bazen kıskançlığı kendi içimizde fark ederiz. Normaldir sanırım bunlar. Beni çok şaşırtansa hiç ummadığım kişilerin, yine hiç beklenmedik şeylere karşı duydukları kıskançlık. Önce yanlış anladığınızı düşünür unutursunuz, benzer durumlar ve tepkiler farklı zaman ve ortamlarda ortaya çıktıkça artık anlarsınız işin iç yüzünü. Kıskançlık hınca, hınç karşıdaki insana kasıtlı olarak zarar vermeye dönüşmüştür. Kıskançlığa veya başka olumsuz tavırlara karşı benim önlemim artık durumu fark ettiğim anda dile getirmek ve karşımdakinin buna bir son vermesini istemek şeklinde. Kimseyi değiştirebileceğimi düşündüğümden değil ancak muzdarip olduğumuz durumlara da ilelebet katlanmak zorunda değiliz. O kişi değişmese de bana zarar veremeyeceğini anlamak zorunda. Bunu madem kendisi düşünemedi, benim hatırlatmam gerekiyor, başka çare yok. Kötü niyeti tolere etmeyeceğim. Bu basit çözümü bulana kadar ne çok olumsuz davranışa katlanmak zorunda kaldığımı düşününce elimden üzülmekten başka şey gelmiyor.

İnsanın zaman zaman kıskançlık dahil çeşitli kötücül, yıkıcı duygular hissetmesi doğal olabilir. Kimse sadece iyi değildir. Ben takvimde söylendiği gibi "insanın kendini toparlamak olanağını ömrü boyunca bulamayacağını" düşünmüyorum. Yıkıcı duyguları kökünden kazıyıp yok edemiyorsa bile önemli olan insanın kendi hislerinin farkında olması, kötücül duygularının varlığını bir günah keçisine yükleyerek ve bunun sorumluluğunu ona atarak bu duygulardan kurtulmaya çalışmak yerine duygusunu farkedip kötü davranmamayı seçmesidir. Kendimden ve ilişki içinde bulunduğum insandan bunu bekliyorum. Davranışlarımızı kendimiz seçiyoruz, her davranışımız ile bir seçim yaptığımızı fark etsek ve ergenliğini atlatamamışların refleksif tepkilerini geride bıraksak hem (yaşımız kaç olursa olsun) yetişkinlik yolunda bir adım daha atmış olacağız hem de ilişkilerimiz açısından çok hayırlı olacak.

*

Bu arada takvimin arka yaprağında "Ruh fakirliği" konusu devamı yarın şeklinde sürüyor. Bugünkü parçayla bitirelim:

... nerede bir insan görürseniz ki kıymetleri zedeliyor, varlıkları yok etmek, saadetleri tahribetmekten zevk aldığını belli ediyor, o insandan çekininiz.
Şevket Rado

Monday, December 9, 2013

istanbul yepyeni bir mahalle kazandı : ?

şehir içi dururken dağ başına mahalle mi kurulur efendim?

haber 21 ocak 1951 tarihli akşam gazetesi'nden. istanbul'un dağ başında kurulması münasebetiyle kazanmış olduğu yepyeni mahalle ise haberden 60 sene sonra bizim merkezi, sinemaya-çarşıya-pazara (= avm), işe, okula yürüyüş mesafesi; gideceğimiz hemen her yere araba yerine yürüyerek, olmadı toplu taşımayla, en çok da metro ve metrobüs sayesinde tek vasıtayla ulaşırız diye yerleştiğimiz levent. mahallenin kurulduğu tarihte, taksim'den buraya günde yalnızca 1 (yazıyla bir) adet otobüs işliyormuş. eski türk filmlerine, belki de müstakil evleriyle birlikte sakinliği ve tenhalığı nedeniyle sıkça mekan olan bu semte, dağ başındaki yerler için hep söylendiği gibi kış geceleri arada kurtlar inermiş.


istanbul'da bugün dağ başı dediğimiz yerler bakalım yarın nasıl merkezler haline gelecek diye düşünmeden edemiyor insan. şehr-i istanbul bütün şehirler gibi bir organizma ancak burası yıllar geçtikçe şekilsiz ve kontrolsüzce büyüyor, büyüdükçe de yiyip yutuyor bizi. yollarda geçen zaman, akmayan trafik, kaybolan yeşil doku, etrafı saran gökdelenler, siteler... artık sinemalarda film fragmanlarından daha uzun süren havuzlu lüks (!) site reklamları izliyoruz. haydi gidip keselim kuzey ormanlarını da, yeşil kalmış her metrekareyi budayıp kuşa çevirelim, sitelerle, avmlerle donatalım dört bir yanı. çatılarını falan yeşillendirebiliriz, onu unutmayalım bakın çünkü yeşil(lik) önemli.


*
gazete haberi twitter'dan, farklı zamanlarda görüp sakladığım aşağıdaki fotolar da öyle. kaynakları için altyazılara tık.


bu bölgede, şimdi ilginç bir şekilde, istanbul'daki diğer pek çok semtin aksine çok sayıda ağaç var. oysa ne kadar kıraçmış o zamanlar. o döneme kısacık da olsa ışınlanıp, ilk sakinlerinin mahalleye yerleştiği günlerde bu sokaklarda dolaşmayı çok isterdim.




*

gündüz vassaf'tan eski levent

"Kızım deli misin demişler anneme, hiç oralarda oturulur mu?
Hakikaten öyle demiş olabilirler mi?  

İstanbul'un ilk planlı konut alanı 1.Levent'in yapıldığı, evlerin Emlak Kredi Bankası tarafından satışa çıkarıldığı 1940ların sonunda insanlar birbirlerine böyle laubalice hitap edebilir miydi emin değilim. Annemin bana söylediklerini ancak günümüzün diliyle hatırlayabilmenin mahkumuyum.
....
Anneme Levent'te ev almak istedi diye deli demiş olabilecekleri şüpheli. Şüpheli ama Haliç manzaralı Tepebaşı'ndaki Başar Apartmanı'ndan taşınmak istemek de dünya imparatorluklarına pay-i taht olmuş, asırlardır başka diyarlardan insanların fethetmeye can attığı İstanbul'u terk etmek demekti.
...
O yıllarda bugün gazetecilerimizin hatta sosyologlarımızın cahilce varoş dediği gecekonduların bile olmadığı İstanbul'da bırakın karın ilk düştüğü dağ başındaki Levent'i, Mecidiyeköy, dut ağaçlarının kokularının yayıldığı, sütün sağıldığı, insanların çardakların altında toplaşıp sohbet ettiği bir köydü. Levent'in kimilerine hiç de şık gelmeyecek anlamı bile buralara taşınmamaları için bir neden olabilirdi."
...
Levent'te evlerin deniz manzaralı olduğuna kim inanabilir ki bugün?


gündüz vassaf, leventname 

*

"Levent Mahallesi'ni 1940ların sonunda Emlak Kredi Bankası inşa etti. Kaliteli malzeme  kullanmış olacaklar ki bugün ustalar kiremitlerin, pencere kollarının, su tesisatının sağlamlığına şaşıp duruyorlar. Evler satışa sunulduğunda yoğun bir talep olmadığını hatırlıyorum. Dağ başı, kurtlar iner diye pek ilgilenen  yoktu. Oysa satış koşulları çok uygundu. 20 bin liraya  ,  20 yıl taksitle bahçe içinde evler.
...
"Bugünkü çıplak haline, dağ başında her şeyden, her yerden uzak olduğuna bakma" demişti. "Buranın istikbali var, evler de henüz tamamlanmadığı için istediğin evi alabilme fırsatın var."
...

İlk yıllarda Taksim'de günde bir otobüs Levent'e kalkar dolmuşlar Şişli'den öteye gitmezdi. Mecidiyeköy gerçekten bir köydü, Etiler yoktu. Levent'ten sonra toprak yol devam eder, çilek tarlalarından geçer, on onbeş dakikalık yürüyüşten sonra bugün Boğaziçi Üniversitesi'nin olduğu yerdeki domuz çiftliğine varılırdı. Levent'in devamının önemli bir kısmı da askeri bölgeydi.
...

Monday, November 25, 2013

aşure



foto buradan

hayatımda hiç aşure yapmadım. yakın gelecekte yapacağımı da sanmıyorum. günlük yemekler, rutin ev işleri ve çocuklarla ilgili işlerin (istanbul trafiğindeki şoförlük mesaisi dahil) ardından birkaç sayfa okumak, bir film izlemek veya boş boş oturmak için kendime vakit ayırabilmek şu an benim için aşure yapmaktan daha önemli. ama bakarsınız önümüzdeki sene aşure yapmayı çok isterim ve kolları sıvarım bu iş için. kızı olan annelerin mutlaka aşure pişirmesi gerekir derler, benim de üç yıldır kızım var ama hala bir aşurem olmadı. istemesem çok önemli değil de, istiyorum ben de bir gün aşure yapmayı.

iki sene önce bu on daireli apartmana taşındık. eskiden anadolu yakasında 22 daireli bir apartmanın en üst katında oturuyorduk. karşı komşumuz yalnız yaşayan çok yaşlı bir kadındı, aşure yapamazdı. güzel yemekler pişirebildiğim günlerde ona da bir tabak yemek götürürdüm. eski apartmanda yaşarken bize komşulardan bir tabak olsun aşure gelmeden geçen çok aşure zamanı olmuştur. orada yaşadığımız dokuz sene boyunca iki veya üç defa aşure gelmiştir o kadar ve bunu söylemek pek hoş olmayacak ama gelenlerden sadece bir tanesi benim iyi aşure kriterlerimi karşılamıştı, o da birinci kattaki komşunun getirdiği aşureydi.


yeni taşındığımız apartmanda ise aşure zamanında dairelerin çoğundan aşure geliyor ve aşurelerin hepsi birbirinden lezzetli. bu arada burada folyo tabakta aşure servisi ile tanıştım. tümü değilse de kimi komşular folyo tabak ile getiriyorlar veya yolluyorlar aşureyi. ben her ne kadar porselen tabağı tercih etsem de folyoyu gördüğüm zaman daha çok seviniyorum. bilin bakalım neden? evet, çünkü o porselen tabakları içi boş iade etmek istemiyorum ama içlerine ne koyabileceğimi de bilemiyorum. bir süredir düşünüyorum ve aklıma muhallebiden başka bir şey gelmiyor. epey sakil kaçacağını bilmeme rağmen şu an yanımda duran tabaktakini de bitirdikten sonra muhallebiyi yapıp tabakları iade etmeyi planlıyorum. bizim çocuklar da sevinir hem, apartmanda başka çocuk yok zaten. daha iyi bir fikriniz varsa lütfen yazın bana.


aşure kriterleri demişken aşureyi nasıl sevdiğimi anlatmak isterim.

1) aşurenin şekeri ayarında olmalı, aşure her ne kadar bir tatlı olsa da şekeri baskın olan aşureyi sevmiyorum, bitiremiyorum. az tatlı olduğu zaman ise (tadı neredeyse nötre yakın olsa hele...) tadına doyamıyorum.

2) aşure sulu olmamalı. tabaktan dökülme riski olan aşure bence iyi aşure olamaz, katı olmalı.

3) aşurenin içinde kuru meyve olarak kabul edebildiğim tek şey kuru üzüm. o da üzerine süs olarak değil içine pişirilirken katılmış olacak.  kuş üzümü de kötü olmuyor çünkü ekşi ve minik.

4) kuru incir ve kuru kayısı tatlının içindeki şekeri arttırıyor, küçücük tabağın içindeki diğer malzemelerin yanında büyük kalıyor vs. sevmiyorum ve onları yemeden bırakıyorum.

5) aşurede kuru yemiş miktarı az olmalı, üzerine ceviz konacaksa iyice ezilmiş olmasını tercih ederim, kıtır kıtır yemeyi sevmiyorum. komşulardan biri kırık ve soyulmuş tuzsuz çam fıstığı koymuştu üzerine, kırmızı nar taneleriyle birlikte. hem görüntü hem de tat olarak çok hoş olmuştu. ilk defa rastladım ama yapacak olursam aynı şekilde süslemek üzere aklıma not ettim.

6) aşurelerden birinin üzerinde çok minik fındıklar vardı. tadı fındık ama kendisi bildiğimiz fındığın beşte biri falan büyüklükte. aşureler için özel üretim mi acaba, değildir tabii de hoş bir detaydı. ben iki üç taneden fazla koymazdım çünkü çok kıtır kıtır bir tatlı olmasını istemiyorum aşuremin.

7) aşureye tarçın yakışıyor. genellikle herkes de koyar ama komşulardan biri azıcık hindistancevizi de serpmişti tarçına ek, ben sevdim, kendi tabağıma serperim bundan sonra.

8) gelen aşurelerden birine azıcık gülsuyu katılmıştı, kötü olmamıştı ama ben koymam.

9) aşurenin rengi beyaza yakın açıklıkta olmalı. sanırım bu renk için süt katılıyormuş karışıma.

10) aşureye çok yakıştığını düşündüğüm ve bir gün yaparsam mutlaka koyacağım şey portakal kabuğu rendesi.

bunlar benim lezzetli bir tabak aşureden beklediklerim. umarım bir gün ben de bu maddeleri karşılayan, en azından karşılamaya yaklaşan aşureyi yapabilirim ve kıvamı yerinde, lezzetli bir aşure pişirmenin uzaktan göründüğü kadar zor olmadığını anlayabilirim.

*
 Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi'nden:
...
Türk-Müslüman geleneğinde aşure, hicr-i kameri yılın ilk ayı muharremin 10. günü pişirilir. İstanbul mutfağı aşureyi, buğday, bakla, nohut ağırlıklı "aş" niteliğinde bir sofra spesiyalitesi düzeyine getirmiştir. İstanbul usulü aşurede, pirinç, buğday, iç bakla, fasulye, şeker vb ana malzeme oranlarının dengelenmesinin yanında incir, üzüm, kuşüzümü, kayısı, kestane, çamfıstığı, şamfıstığı, ceviz, fındık, nar tanesi vb kullanılarak damak zevki de gözetilir. Ayrıca misk, amber, gülsuyu ilave edilir ve tarçın serpilir. Saray ve konak usülü aşure ise "süzme" ve "sütlü" denen iki ayrı tarzda bir tür muhallebi kıvamında hazırlanır. Bu tür lüks aşureye badem şekeri, çikolata dahi katılır.
1.cilt, sf.372

Monday, November 18, 2013

Günümüz çocukları eskilerinden beter mi?



geçenlerde evde ne okusam diye bakınırken ne zaman aldığımı hatırlamadığım bir çocuk gelişim kitabı gözüme çarptı. "ne zaman aldım bunu, gene tırıvırı bir şey herhalde" diyerek umutsuzca kapağını kaldırdım ve az yazılı bol çizimli ilginç bir kitapla karşılaştım. allah allah, ne zaman, nereden aldım, hiç bilmiyorum, neyse zaten bu sıralar hatırlayabildiğim şeylerin sayısı gitgide azalıyor. yorgunluktandır deyip geçmeye çalışsam da hafızama neler olduğunu merak ediyorum doğrusu.

kitap için TIK






bu kitapları yıllardır artık okumayacağım deyip dursam da dayanamayıp yine okuyorum. iyi de geliyor, yatmadan önce en az 15 dakika + sabah yataktan çıkmadan önce bir 10 dakika okuduğum takdirde okuduklarım günü daha sabırlı  şekilde geçirmeme yardım ediyor. sabrı, "ver allah'ım ver" diye mumla aradığım bugünlerde nerede bulabileceksem gidip oradan almam lazım. işte çocuk gelişimi kitaplarından vazgeçemeyişim bu yüzden. size garip gelebilir ama çocukların henüz ve hala çocuk olduklarını unuttuğum anları böylece asgari noktaya indirmiş oluyorum. kitap çocukların okul öncesi yıllarına odaklanarak bu zorlu dönemde sık yaşanan sorunlar için pratik çözüm önerileri içeriyor. illa ki okunmalı diyemeyeceğim ama ilk yıllarda yaşanan kriz halleri için anne babaya iyi gelmesi muhtemel yalnız değilim duygusu (bütün çocuklar benzer yaşlarda üç aşağı beş yukarı benzer şeyleri yaparak büyüyorlar. tavuğun komşuya kaz göründüğü gibi benimkiler keçi onlarınkiler kuzu falan değil ya da yaramazlık diye düşündüğüm halleri benim bir suçuma ceza olarak tepeden gönderilmedi) ve basit çözümler için isterseniz alın. parkta, yolda rahat okursunuz.




kitaptan

"Günümüz çocukları, öfkelerini, eskilere nazaran daha rahat gösterebiliyor gibi görünüyorsa bunun sebebi daha çok uyaran, daha çok seçim ve düşkırıklığıyla karşılaşmalarıdır.

Eskiden çocuklar süpermarketlerde çıngar çıkarmazdı çünkü eskiden süpermarketler yoktu. Televizyonu kapatınca yaygara koparmazlardı çünkü televizyon yoktu. Eskiden çocuklar en sevdikleri kahvaltı gevreğini unuttuğunu annelerinin kafasına kakmazdı çünkü o zamanlar kahvaltı gevrekleri de yoktu. Ne bu kadar seçenek vardı ne de bu kadar seçim olasılığı.

Bangladeşli veya Sudanlı çocukların bu kadar tutturmadığı kesin ama daha düşünceli ya da uslu oldukları için değil. Bunun tek nedeni tüketime dayalı bir toplumda yaşamamaları ve kahvaltıda gevrek yemeye alıştırılmamaları.

Değişen çocuklar değil çevreleri. Bazen çocuklarımızın böyle hiper uyarıcı bir ortamda yaşayacak donanıma sahip olmadığını unutuyoruz.

Onları sürüklediğimiz bu çevreye verdikleri tepkilerden ötürü cezalandıracağımıza stresle baş etmelerine, bilgilri ayıklayabilmek için "geliştirmelerine" yardımcı olmalıyız."

*

Tuesday, November 5, 2013

ben hoş karşılıyorum. o zaman bana hayırlı olsun.

*

sorunun "hayır, hoş karşılamam"dan başka cevabı olabileceğine ihtimal verilmiyor besbelli ama evet, öğrenciyken kendim için uygun buldum, şimdi kızım için de, oğlum için de "böyle bir şeyi" hoş karşılarım. (oğlumuzu sormamış gerçi). oldu o zaman, hayırlı olsun bize. kime ne? herkesin hayrı kendine. benim hayatım, benim evim. yasal düzenleme yapılacak konu yok ortada. 

yetmedi mi artık bu komik açıklamalar? hamile hamile sokakta gezmek ayıptır, toplu taşımada kızlar erkeklerin kucağında oturuyor, hemen ardından yine aynı soru "siz kızınızı öyle görmek ister misiniz?" kızlara erkeklere karşı koruma kalkanı. kızların erkeklerden korunması, bunu da hükümetin yapması gerekiyor yanlış anlamadıysam.

nereye gidiyoruz sorması ayıp? kız yurtlarıyla erkek yurtları zaten ayrı. sorun aynı kampüste yer almalarıymış gibi görünüyor. aslında kızlarla erkeklerin aynı sınıfta veya aynı işyerinde olmaları da uygun kaçmaz değil mi? bir sonraki adım, kızlarla erkekler aynı sınıfta olamazlar, olsun. siz kızınızı bir erkekle aynı sınıfta görmek ister misiniz?



*

durumdan acilen vazife çıkaran apartman sakini

*

bu sabah radyoda duydum yine soruyor: kimileri neden rahatsız oluyor bundan? 
ah o ahlaksız "kimileri"! eskisi gibi rahat rahat ahlaksızlık yapamayacaklar diye rahatsız oluyorlardır, neden olacak? anneler, babalar devlet nerede diye feryat ediyormuş, o kadar komik ki. feryat figan: nerede bu devlet! devlet önce kaybettiği evlatları bulsun. anne babaların feryatlarına o kadar duyarlıysa, gaipten gelen, olmayan feryatlar yerine, cumartesi annelerinin sahici sesini duysun.


*
...
Bu çapraşık konuda güncel siyasi tartışmanın tahrik edici kısırlığına kapılmadan, gençlerin cinsel hayatı ve kadın erkek eşitliği üzerinde söyleyecek sözlerimiz olmalı. ... tık

Monday, November 4, 2013

keşke bir öpüp koklasaydım :: geride kalan aileler 12 eylül'ü anlatıyor


kitabın "çocuklar" başlıklı ilk bölümünde 12 eylül darbesi nedeniyle aileleri parçalanan, anne babalarından uzak büyüyen çocukların hikayeleri yer alıyor. bugün bu çocukların çoğuyla aynı yaşlardayım. o korku döneminden hatırladıklarım: o sene okula başladığım, televizyonda, evlerde, her yerde kenan evren. sadece konuşulanları duyuyorum, bir anlam veremiyorum, neyi kime söylememem gerektiğini bilmiyorum ama yine de sıkı sıkı tembihleniyorum "hayır dediğimizi kimseye söyleme sakın. bu konularda konuşmak yok."

babası gözaltına alındığında 5 yaşında olan 1975 doğumlu deniz erdem'in anlattıklarından:

"...
Seni besleyen tek şey bu hayatta: sevgi ve yaşama tutunmak, bir de güven duygusu ve adalet hissi. Bence insanı ayakta tutan en önemli şeylerden biri adalet kavramı, değeri ama bu değerden yoksunuz. 12 Eylül sürecinin en büyük sorunlarından biri zaten bu, o haksızlığa uğramışlığın bir şekilde çözülebilmesi için senin adaletle yüzleşmen ve adil süreçle karşılaşman lazım, hakkının teslim edilmesi gerekiyor ama bu hak teslim edilmek yerine yok sayılıyor ve sen sanki bunları yaşamamışsın, dünya ya da Türkiye bunları yaşamamış gibi bunlar hasıraltı ediliyor.

Dolayısıyla bireysel bir yolculuğa dönüştü sonrası, kendini var etme, ayakta kalma yoluna. Bunun için de eski değerleri yıkıp kendi değerlerimi, kim olduğumu yeniden yaratma süreci başladı. Gerçeği bulmak dediğim şey o. Ben o gerçekle bağlantımın kopması hikayesine çok önem veriyorum. Çünkü insanın, sonradan öğrendiğim en temel şey, kendiyle bağlantısının yolu, o hakikatten geçiyor. Kendi içinde hakikati, hakikat dediğim şey ise kişinin sadece hissettiği, o anda olan şey neyse onu hissedebilmek. Onun yerine bir şey koymadan yaşayabilmek ama ben hayatta kalma yolu olarak sahte bir kimlik yarattığım için bunu yıkmam ve gerçek acıyla, içerde olup bitenle yüzleşip bunu ifade etmem gerekti. Bu da bayağı uzun zamanımı aldı.

(...)

Bir de toplumsal olarak, Türkiye olarak bu toprakların temizlenmesi için sadece bu dava değil, Maraş, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlarla, birçok tarihi, 6-7 Eylül'ü de katabiliriz bunun içine, yüzleşilmesi gerekiyor. Bunlarla yüzleşilmeden, insanların yaraları iyileşmeden ileriye adım atılamayacak. Çünkü bunlar devrediliyor. Hala biz, Ermenilere yapılan soykırım mıydı, değil miydi konuşmaları yapıyoruz. Bir tanesi de dönüp ne oldu yani, ne yaşandı ve bunun için ne yapılabilir, bu süreç için başka türlü katkıda nasıl bulunulabilir diye bakmıyor. Hala soykırım mı değil mi tartışması yaşıyoruz. Bu devam edecek kabul edilmediği sürece. Birilerinin acılarına dönüp bakmadığımız sürece. Ancak süreci benim gibi yaşamamış birine, o dönem farklı politik görüşü olan insanların çocuklarının acısına da dokunduğumda iyi bir şeyle sonuçlanacak. Çünkü o zaman sistemli bir şekilde aynı şeye maruz kaldığımızı göreceğiz aslında. İnsanlığımızla bir araya geleceğiz. Bu topraklar o zaman toplumsal travmalarından özgürleşecek."

sf. 95, sf.102

*
Tüyap İstanbul Kitap Fuarı'nda:


Wednesday, October 2, 2013

günah keçisi


... Yaptıklarımızın tüm sorumluluğunu üstlenmeye çok da yaklaşmış görünmüyoruz ve her zaman suçlanacak biri, bir günah keçisi bulabiliyoruz. (...) Her zaman diliminde bir günah keçisi bulunuşuna dair akla uygun bir açıklama mevcuttur. Oysa içten içe her birimiz, bütün sorumluluğu yüklediğimiz günah keçisinin masum olduğunu biliriz. (arka kapaktan)

*

Thursday, September 19, 2013

yalancının hakkından gelmek

son iki post yüzünden ne oldu diye soranlar oldu. yeni bir şey olmadı. yalan kendi başına yeterli bir sebep değil mi? sadece şu insandan, bu insandan gelen bir yalan değil, özellikle bana söylenmiş olması bile şart değil. yalan, inkar ya da gerçeği görmek istememek bütün hayatımıza, kültürümüze sinmiş, kimi zaman söyleyenin bile farkına varamadığı bir yaşam biçimine dönüşmüş durumda. gazetelere, televizyonlara, ders kitaplarına, arkadaş, aile, iş ilişkilerine, daha önemlisi kendi kendimizle olan ilişkimize... kaç yıldır gazete okumuyorum, tv izlemiyorum. inanmadığım, güvenmediğim kaynak ve insandan uzak durmaya azami gayret gösteriyorum ama bazen istemesem de sızıntılar oluyor. 

yalana maruz kalınca arıza çıkarırım, hiçbir şey olmamış gibi davranamam. hele de bir değil iki değil ise. bu da o kişi yakınımsa kendisiyle konuşmak, yeterince yakın biri değilse kendisini hayatımdan çıkarmak suretiyle olur. bu konuda kendime de sert yaptırımlar uygularım, ilk aklıma geleni yazayım, bir anımı kolaylaştırmak için, mesela onu yatıştıracak yeterli enerjiye sahip olmadığımdan bağırıp çağırarak tepki vermesini önlemek için rüya'yı kandırmaya kalkışmışsam diyelim, o günü kendime zehir ederim. 


geçen aylarda okuduğum doğan cüceloğlu'nun insan insana sohbetler kitabında ali nesin ile yapılan söyleşiyi sevmiştim, o geldi aklıma. şimdi "yalan söyleyen insan yaratıcı olamaz" başlıklı bu bölümden bir pasaj:


Doğan Cüceloğlu: ... Çocuk büyürken nasıl bir ortamda yetişiyor? Yetiştiği, eğitim gördüğü ortam son derecede önemli.


Ben sizin yazılarınızı okurken şunu görüyorum: Önce sosyal bir gözlemle başlıyorsunuz ve onu irdeliyorsunuz sonra onun matematiksel olarak nasıl bir soruyla ilişkili olabileceğiyle devam ediyorsunuz. Sizin Matematik ve Develerle Eşekler kitabınızı karıştırırken "Yalancının Hakkından Gelmek" başlıklı bir bölüm okudum. Bu bölümün girişinden biraz alıntı yapmak istiyorum:


"Acıdır söylemesi, bunca ülke gördüm, bunca insan tanıdım, ülkemde gördüğüm kadar çok yalancıyı hiçbir yerde görmedim. Doğuya az gittim ama batıda gitmediğim yer kalmadı desem yeridir. Niçin bu böyle diye düşünüyor insan." 


Hakikaten bu düşündürücü bir şey.


Ben Amerika'da üniversitede öğretim üyesi olarak yirmi beş yıl kaldım. Avrupa'da pek gezmedim, pek bulunmadım. Batı dünyası olarak daha ziyade Amerika ve Kanada'yı gördüm. Benim de doğu ülkeleriyle pek ilişkim olmadı. Ama sizin şu gözleminize katılıyorum: Yalan, hayatımızın her yönüne girmiş vaziyette; bu güçlü bir gözlem. O zaman da neden böyleyiz diye bir düşünce geliyor ve çarpıyor beni, ardından da bir tıkanıklık hissediyorum.


Önce size sormak istiyorum; bir sosyal ortam içindesiniz, çok keskin bir gözlemcisiniz ve birdenbire olup bitenler, etkileşimler içerisinde görüyorsunuz ki söylenenler söylendiği gibi değil; oluşlar, duruşlar, davranışlar olduğu gibi değil. Ne hissediyorsunuz o anda?


Ali Nesin: Nefret ediyorum. Yani tabii, baskı altında kalan her insan bir zaman sonra yalan söyler. Bütün çocuklar yalan söylüyor; annelerine, babalarına, öğretmenlerine, müdürlerine, polise, jandarmaya, herkes herkese yalan söylüyor. Çünkü sürekli baskı altındayız, sürekli korku altındayız. Dikkat ederseniz Türkiye'de pek yaratıcı insan yoktur, çok nadir çıkar. Yalan söyleyen insan yani korkan insan yaratıcı olamaz. En büyük yalanı da insan kendine söyler. İnsanın kendinden uzaklaşması, kendine bakması, ben neyim, ne yapıyorum diyebilmesi, kendini sorgulaması gerekir. Acemi ressamlar vardır; bir resim yaparlar, onu hemencecik bir marifet gibi gösterirler herkese. İşte onlar kendilerinden uzaklaşıp baksalar kendilerine, biraz gerçekçi olsalar böyle yapmazlar tabii ki. İnsanın en büyük, en acımasız eleştirmeni yine kendisi olmalı.


Topluma gerçekten sirayet etmiş bu yalan meselesi. Tabii çok baskı altında insanlar. Mesela öğrenci derse geç kalıyor, "trafik sıkışıktı" diyor. Yahu gerçeği söylesene, "geç kalktım" desene, ne olacak ki, ne yapacağım, ne yapılabilir ki? Biliyorum yalan olduğunu. Sadece sözle ifade edilen yalanlar yok, bir de bilim adamı numarasına yatanlar, çok düşünüyormuş gibi yapanlar var. Bir de böyle hanım hanımcık olmaya çalışanlar, kırıtmaya çalışanlar var. Ya da böyle bıçkın delikanlı olmaya çalışanlar... Bütün bunların hepsi yalan tabii ki. Ya da işte saçlarına bir şeyler yapıyorlar... Hep yalan tabii hepsi yalan. Kendilerinden başka biri olmak istiyorlar. Etrafımızda çok var böyleleri, hep başka bir ortamın özlemi içindeler. Dolayısıyla hep yalan bir mizansen kuruyorlar etraflarında. Ve bu da tabii ki çok yakışmıyor, üzerlerinde durmuyor, sahte oluyor, gerçekten ve kendilerinden uzaklaşıp kendilerini kandırıyorlar.


Doğan Cüceloğlu: Şu dikkatimi çekti: Siz "nefret ediyorum" dediniz duygu olarak. Sizi rahatsız eden bu şey acaba neden bir başkasını rahatsız etmiyor? Yetişme şartı mı, kişilik mi? Nedeninin ne olduğunu düşünüyorsunuz?


Ali Nesin: Bilmiyorum ki... Yıllar önce annemle birlikte bir eve misafirliğe gitmiştik. Kırk tane kadın bir salon etrafında sedirlere dizilmişler. Bir tanesi başlıyor, "nasılsınız efendim?" "hamdolsun iyiyim." "çocuk nasıl?" "iyi" "siz nasılsınız?" "biz de iyiyiz." ondan sonra öbürkü ona aynı soruları soruyor. Kırk kişi kırk kere ne kadar eder? O ona soruyor, öbürkü ona soruyor sonra kocalar soruluyor, oğullar soruluyor. Ondan sonra tekrar "nasılsınız?" "teşekkür ederim." faslı başlıyor. Yani bu korkunç bir şey, korkunç. Nasıl insanlar bunlar? Kırk tane kadın orada bunun absürtlüğünün farkında değil mi? Ve bununla nasıl yaşayabiliyorlar? Bir tanesi de çıkıp yeter be, ne oluyoruz dese... Nedir bu böyle? Bu sahtelikten öte nedir ki? Öyle değil mi?


DC: Evet. Yaşamın özü olan zaman geri gelmeyecek şekilde akıp gidiyor.


AN: Yurtdışında olduğum için eskiden toplumla pek bir ilişkim olmamıştı. Sonra Türkiye'ye döndüm ve marangozuyla, tesisatçısıyla, inşaatçısıyla, bankacısıyla, emlakçısıyla sürekli irtibat halinde oldum. Çok şaşırıyordum.


Diyelim karı koca, ikisi de aynı işi yapıyorlar ve bana yalan söylüyorlar. İkisi birden, yan yana ve aynı anda yalan söylüyorlar, gözümün içine baka baka! Söylediklerinin yalan olduğu o kadar belli ki. Yahu bunlar akşam eve gittikleri zaman sevişecekler, öpüşecekler, koklaşacaklar. Nasıl, nasıl? Biri diğerine seni seviyorum diyecek mesela. Daha yarım saat önce bana yan yana yalan söylemişler... Nasıl böyle yaşayabiliyorlar? Nasıl var olabiliyorlar? Çocuklarının yanında yalan söylüyorlar. Yani yalan bir yaşam biçimi olmuş. Doğuya özgü herhalde diyorum, öyle tahmin ediyorum.


DC: Ama doğduğunda çocuk böyle değil. Siz ne dersiniz?


AN: Genetik değildir herhalde yalan söylemek, inşallah genetik değildir!


DC: Çünkü çocuk hangi ortamda olursa olsun söyleyiveriyor doğruyu. Ve bizim de dediğimiz şu oluyor: daha çocuk, aklı ermiyor. Demek aklı eren yalan söyler. İnsanlarda yalan söyleyen yükselir yönünde bir kanı var gibi...


AN: Yok, doğru değil o, yalan söyleyen hiçbir yere varamaz. Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar... Bütün başarılı insanlar yalan söylemeyen insanlardır. Ya da diyelim ki yalanı minimuma indirenlerdir.


DC: Çok önemli bir gözlem bu, çok önemli bir mesaj. Çünkü toplumda köprüden geçene kadar ayıya dayı de, işini uydur, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar algısı yaygın.


AN: Sonunda ne olacak ki? Biri yalan söyledi ve yalan söyleyerek üç beş kuruş para kazandı, kazıkladı birilerini. Ne yani başarı bu mu? Ama gerçek başarıya ulaşmış kişilerin yalan söylediklerini sanmıyorum.


DC: (... )

Bir gözlemimi paylaşacağım. Kaliforniya'dayken yabancı öğrenciler geliyordu üniversiteye, ülkesini hatırlamıyorum, Afrikalı bir öğrenci vardı. Oryantasyon programı yaparken öğrencilere "bir yere davet edildiğiniz zaman önceden gelip gelemeyeceğinizi bildirin." diye anlatıyoruz. O el kaldırdı ve dedi ki "bizim orada bir yere davet edildiğin zaman hayır gelmeyeceğim demek çok ayıptır. Gelirim dersiniz, sadece gitmezsiniz; gelmeyeceğim demeyiz." dedi. Böyle bir gelenekleri var. Yani kişinin yüzüne gelemeyeceğim demek ayıp. Yalanla ayıp arasında bir ilişki var herhalde. Yani doğruyu söylersek çok ayıp olur gibi bir tavır...

....




Tuesday, September 17, 2013

...
4) Ahlaksız değillerdir: Yalan en çok korktukları şeydir. Basit meselelerde bile yalan söylemekten kaçınırlar. Bilirler ki, birine yalan söylemek ona hakaret etmektir ve insan yalan söylediği kişinin gözünde küçülür her zaman.
...


Friday, September 13, 2013

Nedircik Yavrusu

Nedir aydınlığı yaratan, günü güne benzeten
hayatı yaşanır kılan, insanı insan eden?

Nedir yarına inanmalar, inanmamalar
geçmişteki gül bahçesi, gelecekteki diken?

Nedir azgınları, kaçkınları yola getiren
iyileştiren, yaşama gücü veren?

Nedir sevecenlik aşılayan, sıcaklık saçan
destek, dayanak, merdiven?

Süreyya Berfe


üniversite yıllarında keşfedip okuduğum süreyya berfe'nin bu şiiri saatli maarif takvimi'nin dünkü yaprağında çıktı karşıma. lisedeyken, üniversitedeyken şiir okumayı severdim. uzun zaman oldu şiir okumayalı, yine okusam. süreyya berfe'nin kitabı umarım kitaplıkta duruyordur hala. 

Sunday, July 14, 2013

rüya ol.


seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle çalışan bir dünyada kendin olarak kalabilmek dünyanın en zor savaşını vermek demektir. bu savaş bir başladı mı artık hiç bitmez.

e.e. cummings

rüya 2 yaş 8 ay


*

Monday, July 8, 2013

maksat yeşillik olsun :: ot

ot'un ilk iki sayısını çıktıkları günlerde aldıysam da hemen okuyamamıştım. ilk okuduğum sayı 3. sayısıydı. ardından dönüp ilk sayıları da okudum ve takip edilecek yeni bir dergiye kavuşmuş olmanın mutluluğuyla tıpkı eski zamanlardaki gibi (gırgır, limon, leman, hıbır, öküz...) çıktığı günlerde dergimi almak üzere bayiye koşmaya başladım. şimdi Bir+Bir ile birlikte düzenli olarak aldığım iki dergiden biri, arada post express ve bira da alıyorum.

ot her köşesini okuyup bitirene kadar çantamda bir hafta - on gün benimle her yere geliyor. bazı günler hiç okunamasa da, kimi zaman rüya'nın sürpriz bir puset uykusu sayesinde çabucak bitebiliyor. velhasılıkelam, ot okuyun, güzel dergi.

geçen ayki ot'ta yönetmen derviş zaim'le bir röportaj var. emek hakkında konuşmadır, yazıdır artık okumaya ve duymaya gelemesem de, derviş zaim yıkımın bıraktığı boşluğu öyle güzel anlatmış ki cevabını buraya almadan edemedim. son üç cümleyi, istanbul'da ortadan kaldırılmak istenen diğer mekanlar için de okumak mümkün.

Emek Sineması konusuyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?

İnsanlar birbirini dinleselerdi, o konuyla ilgili bir ara yol bulunabilirdi. Bütün bunları bir kenara bırakarak, neyin eksik olabileceğini anlatmaya çalışayım kısaca: İstanbul gibi dünya merkezlerinden biri olma yolundaki bir şehirde, hemzemin bir sinema olması lazım. Sokakta yürürken direkt sinemaya girebilmelisiniz. Özellikle de önemli film festivallerinin hüküm sürdüğü bir şehirde olması gereken bir binaydı. Bu durum ortadan kaldırıldığı için pasajların arasından geçerek sinemaya ulaşmaya çalışacaksınız. Sokaktasın ve birden bire salona giriyorsun. Sinema ile sokak arasındaki kan dolaşımını vermesi ve rayihası nedeniyle önemliydi. Sinema salonu alınır da yukarı taşınırsa, aynısı bile olsa, emin olun ki aynısı olmayacak! Oraya gitmen için üç tane pasaj geçmen gerekecek. O ana kadarki rayihanın ortadan kalkması, kentin fakirleşmesi demek. Mekan denilen şey ağaç gibidir, o ağaç giderek büyür ve köklerini bırakır. O mekanı oradan kaldırdığınızda, o rayiha da yok olur.


*