sabah vize işi için beyoğlu'nda olmam gerekiyordu. erkenden yola düşmek için güzel bir sebep: tatildeyken planlamıştım, işleri hallettikten sonra cem ile buluşup günü beyoğlu'nda geçireceğiz. tatilde herkes bir şeyleri özledi: ben eminönü'nde dolandıktan sonra karaköy'den beyoğlu'na gelmeyi, günün kalanını burda geçirmeyi; cem bodrum mantı cafe'deki kıtır mantıyı (asıl adı feriye. kıtır mantı takıntısını anlatırım sonra); arkadaşı kaya'yı ve okulunun bahçesinde oynamayı (okul tatil); onur ise sinemaya gitmeyi.

biz cem ile buluştuk, onur işe gitti. vakit öğlene yaklaşıyordu, yemeğe gitmek için tramvaya bindik. hesapta ağa camii durağı'nda inip 3. mevki'ye gideceğiz ama 3. mevki tatilde. o zaman
ağa lokantası'na gidelim, orası da tadilatta. nereye gideceğiz, hacı abdullah'a gidelim mi? takdir ederiz de pek sık gitmeyiz hacı abdullah'a, bizim mekanlara göre biraz pahalı. beyoğlu'nda acıkınca 3. mevki dışında bir yere gitmeyi pek bildiğim yok, bir de
zencefil var buluşmalar için ama cem'i zencefil'de doyurmak zor olabilirdi, orası aklıma bile gelmedi. neyse cem hacı abdullah'ta yemeğe ahududu kompostosu ile başladı. kompostoların durduğu vitrinin önünde dakikalarca karar vermek için uğraştı önce, hangisini yesin: ayva istiyorum, bu ne ananas mı, böğürtlen, karışık, armut, şeftali... zor iş, onun için tahmin edemeyeceğiniz kadar önemli bir karar, hepsini çok seviyor, birini seçmek zorunda. et suyu, yaprak sarma ve hünkarbeğendi söyledik. cem doğduktan sonra hiç gitmemişim hacı abdullah'a, arayı bu kadar açmanın da bi manası yok ki.

hacı abdullah'tan çıkınca
hacı bekir'in vitrini'ne tosladık. cem dondurma hakkından vazgeçtiğini, onun yerine akide şekeri istediğini söyledi, içeri girdik. her çeşidinden 2'şer tane konulmuş bir torba akide şekerinin bir çocuğu bu kadar çok sevindirmesine inanamıyorum üstelik bugün sadece 1 tane yiyebileceğinden de haberdar. danslar, kahkahalar.
hacıbekir'de bi çaydan sonra body shop'ta biraz krem vs. koklayıp hemen pandora'ya gittik. cem yeni çıkanlar arasında bulduğu yaşayan ölüler mi yürüyen ölüler mi her neyse bi çizgiromana bana binlerce soru sorarak baştan sona bakarken pandora'nın (galiba) sahibi bana çizgiromanın çocuklardaki yaratıcılığı öldürdüğünü anlatmaya başladı. leonard cohen de çok çizgiroman okurmuş çocukken, i'm your man belgeselinde anlatmıştı, yaratıcılığı pek ölmüşe benzemiyordu.

ardından karşıdaki
pandora'ya geçtik. orada cem'e, daha önceden yine burada rastlayıp baktığım harika kitabı okudum:
the three robbers. biter bitmez cem büyülenmiş bir ifadeyle "hadi tekrar oku" dedi. 24 lira olduğunu duyunca kitap alma hakkımı sahaflara sakladım, şu anda biraz pişmanım. akşam onur'a bahsettiğimde
three robbers'ın animasyonu olduğunu söyledi, if'te gösterilmiş, the end'de dvdsi varmış, hemen almam lazım.
pandora'dan sahaflara gidecektik ama cem az önce verdiği sözü unutup yol üstünde dondurma gördüğü her dükkanın önünde "buranın dondurması iyi midir?" diye sormaya başladı. beyoğlu'nda cremeria milano'dan (böyle mi yazılıyordu? şimdi şaşkınbakkal'da da şubesi var) başka bir dondurmaya iyi diyemiyorum ama orası da caddenin öbür ucunda. sahaflardan önce biraz oturup dinlenmemiz iyi olur diye düşündüğüm için cem'e unuttuğu sözü hatırlattıktan sonra "bugünlük de böyle olsun" diyerek istediği dondurmayı ısmarladım.

dondurmanın ardından çiçek pasajı'na bakıp sahaflara doğru yürüdük. cem'le ilk sahaf ziyaretimizi kadıköy'de yapmıştık, çok da güzel vakit geçirmiştik. sahaflara girince o çizgi romanlara ve çocuk dergilerine bakarken ben çocukluğumun kitaplarının izini sürüyorum. okunmuş ve çoğunluğu hiç yıpranmamış güncel kitaplar sahaflarda yarı fiyatına bulunabiliyor, ben cem'in birkaç yıl sonraki kütüphanesi için -ve biraz da kendi hevesle okuduğum zamanları yad etmek için - uğruyorum sahaflara. burada geçirdiğimiz saatleri ve bulduğumuz kitapları anlatırım başka bir gün.

onyedi alır mıydınız siz de?
bende whitney houston'un bi albümü vardı, albümden hatırlayabildiğim bazı şarkıların adları şöyleydi: greatest love of all, saving all my love to you, nobody loves me like you do... '85 tarihli albümü, bu benim romantik dönemimde hatta hayatımda aldığım ilk albümdü. söz konusu kaset çift kasetli teyplerde defalarca çoğaltılmış, arkadaş meclislerinde salya sümük dinlenerek tepe tepe kullanılmıştı zaten o yıllarda 3-4 kaset aramızda elden ele dolaşır dururdu. bir de how will i know diye çok feci bi şarkı vardı, şu an hiç mana veremediğim bi şekilde, raks ederdik bu çalmaya başlayınca. sadece bunları hatırlamak için bile birkaç saat ayırılır sahaf ziyaretine.
sahaflardan sonra bir kahve molası verdik, cem sütün yanında bir de çizkek yedi. komposto, akide, dondurma, çizkek... neyse ya arada bi olur böyle, ne yapayım? tünelde sokak müzisyenlerini dinledikten sonra son durağımız karaköy'deki balıkçılar oldu. fotoda cem istakoz analizi yaparken görülüyor.
eve döndüğümüzde saat 7'yi geçiyordu. taksim-tünel arasını 2 defa kat etmiş, bir sürü yol yürümüştük. dönüş yolunda, cem'in buluşmaya gelirken evden getirdiği oyuncakların gereksiz çantası, sırt çantam ve mavi'nin indiriminden topladığım bir iki parça yazlık üstbaşın torbasına sahafların yükü de eklenmişti. vapurda dışarda oturduk. o yorgunlukla, recep ivedik'in çok eğlenceli sıtarbaks hallerini, kasadaki kızdan oralet, o olmayınca mırra istemesini anlatmamı istedi, anlattım yine; boş boş gülerek biraz da şımararak kadıköy'e döndük.