Showing posts with label gezi-inceleme kolu. Show all posts
Showing posts with label gezi-inceleme kolu. Show all posts

Tuesday, November 12, 2013

sanat romanı diye bir şey yok!

büyük kitapçı zincirinin geniş metrekareye yayılmış dev mağazalarından birindeyim. fonda her zaman olduğu gibi kitaplara bakarken duymak istemeyeceğiniz türden bir müzik. aylardır üzerimden atamadığım yorgunluk yine üzerimde, o an için sahip olduğum kısıtlı ev dışı zamanda yapacak daha eğlenceli bir şey bulamadığım için ayakta durmaktan bitap, isteksizce yeni çıkanlara bakıyorum. sağımda genç bir kadın, elinde seçtiği birkaç kitap, biraz şaşkın, biraz kararsız, benimle birlikte raflara bakmakta. aklımdan "şuradan sevdiğim birkaç kitabı önersem" diye geçiyor, öyle bir hali var çünkü ama böyle şeyler için gereken girişkenlik bende yok; zaten bana soran, eden de yok, neden olsun ki, o da ayrı bir konu. kadının varlığını unuttuğum bir sırada arkadan gelen konuşmayı duyuyorum:

- sanat romanı arıyordum ben
kırmızı tişörtlü mağaza çalışanı: sanat romanı diye bir şey yok!
- eeee biliyorum tabii öyle bir şey yok ama ben mesela sabahattin ali'nin kürk mantolu madonna kitabını okumuştum, onun gibi okunması çok zor olmayan, iyi bir roman istiyordum.
- sabahattin ali ağırdır aslında. (sizin için ağırdır mı demek istedi? kendisi okumuş muydu?)
- ağırdır biliyorum ama o kitap çok hoşuma gitmişti, ben çabuk okumuştum.
...

konuşmanın devamını duymayım diye kaçtım hemen o sahneden. ama kaçmadan önce eline geçirdiği küçümseme fırsatını tepe tepe kullanan çalışanın nasıl biri olduğunu görmek için arkama dönüp bakmadan edemedim. sinirli bir havayla dünya klasikleri rafından kitap seçmeye çalışıyordu. sanat romanı gibi olmayan bir şeyi isteme gafletinde bulunan müşteriye kızan mağaza yetkilisinin hangi kitabı seçtiğini ve müşterinin sonunda hangi kitapları alıp gittiğini maalesef göremedim.

*

bir keresinde kitap seçmeye çalışan bir çocuğa (nasıl olduysa) uçan sınıf'ı tavsiye etmiştim:

Wednesday, September 11, 2013

sivrice'de bir masa


assos sivrice'de masa üstü:
eski gaz bombası yeni vazo + rüya'nın inek bebeği


bu da masadan manzara
ağustos 2013

Wednesday, July 24, 2013

hansel'le gretel


rüya, kolunun altında kedisi, fırat'la şehrin şimdilik kurtarılmış bölgelerinden koşuyolu'ndaki validebağ korusu'nda yürüyüşte. 
aylardan nisan.

rüya'nın doğumuna 4 ay kala fırat'ın yolda olduğu haberini almış, o günden sonra da ikisinin yolunu beraber gözlemiştik. rüya'nın doğduğu gündü herhalde, hastanedeydik, şadan'dan gelen komik bir sms ile rüya'nın ilk arkadaşı fırat'ın erkek olduğunu öğrenmiştik.

rüya ile fırat'ın abileri arasında 1 yaş var, bundan 6 sene evvel anneler ve abiler bu blog aracılığıyla tanışıp arkadaş oldular. ufaklıklar ise bundan 4 sene sonra anne karnındayken görüşmeye başlayıp (ordayken harvey karp'ın seminerine de gittiler) birbirlerinin ilk arkadaşı oldular. bugün onlara gideceğimizi duyan rüya "yaşasın! çok seviyorum ben fırat'ı. en çok onu seviyorum." dedi.

*

Monday, July 22, 2013

beyoğlu'nda sakin ve serin bir sabah :: spirou & le marsupilami sergisi

1938 yılında Robert Velter tarafından Belçika’da yaratılan Spirou karakteri, aralarında dahi olarak kabul edilen Jijé (nam-ı diğer Joseph Gilain) Franquin, Fournier, Tome & Janry, Yves Chaland, Yoann & Vehlmann, Emile Bravo gibi çizerlerin de yer aldığı birçok çizerin elinden geçti. 1952 yılında döneminin en yetenekli çizeri kabul edilen Belçikalı André Franquin, Spirou dizisi içinde Marsupilami karakterini yarattı. Karakterin çok çabuk benimsenmesi ile Franquin onu 1990 yılında o zamandan beri çizerliğini yapan Batem’in ellerine teslim etti. Spirou dizisi Türkiye’de Tudem Yayınları, Le Marsupilami ise 2013 yılından beri Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanıyor. 3.Istanbulles Çizgi Roman Festivali çerçevesinde Spirou dizisini gerçekleştirmiş bütün çizerlerin 60 adet çizim ve paneli Fransız Kültür Merkezi’nde sergilenecek.
bugün fransız kültür'deki bu sergiye gittik. cem spirou ve marsupilami kitaplarını yakından takip ediyor. en son pazar günü yeni çıkan kara mars'ı aldırıp bir nefeste okudu. sergi haberini de heyecanla karşıladı, sabah evden çıkarken çok nadiren yaptığı bir şeyi yapıyordu, şarkı söylüyordu.


bu fotoyu çekmemi cem istedi


ben çektim diye söylemiyorum, son derece başarısız bir foto


güsel


sergi çıkışı inci'nin yeni yerine götürdüm cem'i. profiterolü kilo kaygısıyla yedim. tatlı yemiyorum, epeydir yemediğim için de artık canım hiç istemiyor. eskiden de pek düşkün değildim gerçi. o değil de, biliyorsunuz değil mi, sadece tatlıyı kesince epey kilo veriliyor. hem sağlıklı hem estetikli yani. yemeyin, yedirmeyin. yaptığımı yapma dediğimi yap. çocuklara derlerdi böyle, tam sopalık bir laf. neyse ayda yılda bir perhizi bozuyorsam gerçek bir sebebi olmalıydı ama onu bile çok istemedim valla. şimdi sırada güllaç var, haftaya.


mis sokak, 18


sonra şu seyyar çiçekçiye rastladık, fesleğen ile süs biberi aldık. iki saksıyı torbaya koyup caddeye çıktık.


böyle tatlı bir dükkan var mis sokak'ta. cem'in sıkılacağını bildiğimden girip gezemedim, aklımda.


hmm okuma listesine yazalım bunu.
yazarı şurdan hatırlıyoruz:

Tuesday, February 19, 2013

hafta içi mutlulukları

15/2/2013 cuma, beyoğlu


bazı şeyleri çok özlüyorum. hafta içi mesai saatleri içinde taksim'de olmayı, gündüz filme girmeyi, istiklal caddesi hıncahınç dolu değilken kitapçılara, dükkanlara girip çıkmayı, okula ya da akşam yemek saatine yetişmek zorunda olmadan başına buyruk kıçına kuyruk gezmeyi.



bugün if'te bir filme biletim vardı. sabah kahvaltıdan sonra yağmura ve istanbul için oldukça soğuk havaya rağmen hep beraber evden çıktık, onur, rüya ve ben. onur bu hafta izinli. ben trafik olur da filme yetişemem korkusuyla arabadan metroda inip öyle gittim taksim'e; heyhat meydana çıkar çıkmaz telefonum çaldı, bizimkiler arabayla benimle aynı anda taksim'e gelmişlerdi. onur film çıkışı buluşuruz dedi.


ben filmdeyken onların 2 saat boyunca ne yapacaklarını merak ettim, biraz da aklım kaldı ama filmi görmeye hevesliydim. sinemada çok sevdiğim arkadaşımla karşılaştık, aramızda bir koltuk vardı, koltuğun sahibi bize yer değiştirmeyi teklif edince yanyana oturduk. bu tesadüfü if'te ikinci kez yaşıyoruz. tekrar görmek isteyeceğim bir filmi izledik beraber. yapımcıları arasında patti smith'in adını görünce özellikle gitmek istemiştim, iyi bir seçimdi museum hours.


film çıkışı onur ve rüya ile pandora'da buluştum. bu kez yeni çıkanlardan istediğim ne varsa hepsini aldım. abartmış olabilirim ne yapalım kendime kıyak, %20 indirimli aldık (pandora'da yeni çıkanlar her zaman indirimli) diye kendimi avutmaya çalışıyorum.


bu kitabı almamak sözkonusu olamazdı: TIK

bir TIK daha.

cem'in okul çıkışına yetişmek için adımlarımızı sıklaştırmıştık ki rüya meydandaki güvercinleri gördü. ordan yem aldık ve yağmurun altında yarım saat kadar kuşlara yem verdik. rüya o kadar mutlu oldu ki durup durup KUUUŞLAAAR KUUUŞLAAAR diye bağırdı. bazı turistler rüya'yla foto çektirmek istediler, turistik anlar yaşadık.


aslında mutlu bir gün için yapılacaklar bu kadar basit ama bunu gelin bir de bana sorun. haftaiçi bir günü dilediğimiz bir semtte geçirdikten sonra cem'i okuldan alıp hep beraber makul bir saatte eve dönme şansını kırk yılda bir buluyoruz böyle.


buna benzer bir günü haftasonu beyoğlu'nda geçirmek isteseniz kesinlikle aynı tadı vermez.


rüya'yla kız kıza taksim'e gitme vaktimizin yaklaştığını farkediyorum. bir zamanlar cem ile ta karşılardan vapurlara, trenlere biner gelir dolaşırdık. şimdi evimiz çok daha yakın olduğuna göre gelmemiz de daha kolay. hoş, cem ile yaptığımız yolculuklar da o gezileri çok eğlenceli hale getirirdi, yolu hiç dert etmezdik; tren, vapur, tünel. istanbul'da turist olmak her zaman güzel, rakı, şiş kebap güzell...

*

yasemin ile cem'in beyoğlu maceraları:






Thursday, May 24, 2012

iki sergi, bir müze ve bir film

iki gündür yarı zamanlı tatildeyim. çocukları öğleden sonraları, bir süreliğine istanbul'da bulunan ananeyle dedeye bırakıp güzel bahar günlerinin tadını çıkarıyorum. dün masumiyet müzesi'ne gittim ve ardından istiklal caddesi'ndeki Yunan Başkonsolosluğu'nun önünden geçerken gözüme takılan "İstanbul Manzaralarının Achille Samandji ve Eugune Dalleggios'un Objektifi'nden Görüntüleri" isimli sergiye girdim. bugün ise salt galata'da nisan'da başlayan ve o zamandan beri gitmek için fırsat kolladığım Salon sergisini gezdim. sergi sonrasında onur ile festival gösterimlerinin ardından semtimizin belediyeye ait sinema salonunda yapılan ücretsiz gösterimini de kaçırdığım için üzülüp durduğum ekümenopolis'i vizyonda, beyoğlu cinemajestik sineması'nda izledik.

önerim aynı gün içinde önce İstanbul manzaraları fotoğraf sergisini sonra filmi görmeniz, film ile serginin bulunduğu salon birbirine çok yakın. sergi istanbul ile ilgili algımı çok etkiledi, bana zamanın bir şehri, sadece şehri değil hayatı, insanları, her şeyi nasıl değiştirebildiğini ve değişimin bir şehri ne yöne doğru sürükleyeceğini tahmin etmenin imkansızlığını düşündürdü. aslında son iki gün içinde gördüğüm iki sergiye, müzeye ve filme baktığımda hepsinin tesadüfi bir şekilde birbiriyle bir bağlantısı olduğunu, belki de birbirini tamamladığını görüyorum.


umarım yarın filmin son günü değildir ve önümüzdeki hafta da gösterimi sürer, sürmezse filmi bir yerlerden bulup izleyin. çıkışta filmin müzik kullanımını, birkaç sahnenin gereksizliğini, birkaçının da gereksiz yere uzun tutulmuş olduğunu konuşmuş olsak da, görülmesi gereken, etkileyici bir belgesel. filmin girişindeki istanbul'un dönüşümünü tetikleyen gelişmeleri özetleyen animasyon çok başarılı.

*

Linkler:
Ekümenopolis

*

şimdi aklıma geçen kış izlediğim köprüdekiler geldi, o filmi de diğer başlıklarla birlikte bu postun çatısı altında anmak mümkün. filmin resmi web sitesi için tık.

Wednesday, May 9, 2012

masumiyet müzesi

geçen hafta, ilk çıktığında, bundan dört sene önce okuduğum ve detaylarını unuttuğum masumiyet müzesi'ni bir kez daha okudum. kitabı ilk seferki gibi elimden düşürmeden okudum hatta ikinci okumada kitabı daha çok sevmiş bile olabilirim. arkadaşımdan ödünç aldım bu kez, kendiminkini okur okumaz elden çıkarmıştım. insanın evde fazla kitap tutmayacağım diye gözü dönmeye görsün, ne yaptığını bilmiyor bazen. okunacak bunca kitap varken kitabı ikinci kez okuyabileceğime ihtimal vermemiş olmalıyım ama ikinci, üçüncü kez okunmayı hak eden romanlar insana her yaşında farklı bir okuma deneyimi sunuyorlar. hem kitabı yollamış olmasaydım içindeki biletle müzeye de girebilirdim, ne güzel. her neyse, 28 nisan'da açılan müze acaba bugünlerde çok mu kalabalıktır? ben tenha bir zamanında gezmek istiyorum, gerçi kitapta içerdeki maksimum ziyaretçi sayısının 50 ile sınırlı tutulacağını okudum. tenha derken aslında müzeyi tek başıma gezebilmeyi isterdim ben yani içerdeki tek ziyaretçi olmayı ama o kadar şanslı olabileceğimi sanmıyorum.

güzel bir roman okumayı özlemişim; bir romanın içine dalmayı, kaybolup gitmeyi. üstelik okurken kimi zaman bir elim parktaki salıncakta rüya'yı salladı, onu ev pusetinde gezdirerek uyuttu, çorbayı karıştırdı. haftasonu cem'le gittiğimiz filmin arasında bile açıp okudum; işlerden güçlerden, uykudan ve önüme gelen her şeyden arttırdığım vakitte iştahla yiyip bitirdim bu leziz kitabı. nisan ayında kitabı önerdiğim arkadaşıma "senin yerinde olmak isterdim, kitabı okumamış olmayı ve şimdi alıp okumayı" demiştim. bundan birkaç hafta sonra kitabı başka bir arkadaşımın kitaplığında görünce dayanamayıp, ilk seferki kadar sevmezsem diye biraz da çekinerek yeniden okumaya karar verdim ve masumiyet müzesi, şimdi düşününce ilk aklıma gelen (ve sayıları pek de fazla olmayan) yenişehir'de öğle vakti gibi, yeniden okuduğumda, ilk okuduğum zamanki heyecanı ve mutluluğu hissettiren romanlardan biri oldu. Söylemeden geçmeyim,  ikinci okumada, özellikle Zaman başlıklı bölümü (sf.310-319) tekrar tekrar okuyacak kadar çok sevdim ve kendime yakın buldum.

*
bu ay içinde kalabalık da olsa, tenha da, haftaiçi bir gün, rüya'yı istanbul'a gelecek olan anneannesine bırakıp ilk ziyaretimi yapacağım:



*
...
"Sen de mi uyuyamıyorsun?" diye fısıldadı babam. Karanlıkta yanımdaki şezlongda uzandığını fark etmemiştim.
"Bu ara uyuyamıyorum bazı geceler" diye fısıldadım suçlulukla.
"Merak etme geçer" dedi şefkatle. "Daha gençsin. Acılar yüzünden uykusuz kalmak için  daha çok erken, korkma. Ama benim yaşıma gelince hayatta pişman olacağın şeyler varsa sabahlara kadar yıldızları sayarak bekliyorsun. Sakın pişman olacağın bir şey yapma."
"Peki baba" diye fısıldadım. Az sonra biraz olsun acımı unutup uyuyakalacağımı anladım. Babamın o gece  giydiği pijamanın yakasını ve bende hep hüzün uyandıran tek terliğini burada sergiliyorum.
...
 sf.204

Tuesday, August 25, 2009

göl kıyısında çocuklar


gecen hafta bir gun cem bizimle gezmeye gelmeyecegini soyledi ve evde kaldi. o gun onur`la vondelpark`a gittik. cantamizdakileri atistirdiktan sonra cimenlerin uzerine devrilip bir seyler okumaya baslamistik ki cocuklar geldi. patlak bir topu birkac defa suya atip kopeklerinin topu getirmesini eglenerek izlediler sonra da kosarak yanimizdan uzaklastilar.




o gun cimenlerin uzerine uzanip bisikletleriyle dolasan insanlari, oynayan cocuklari, suya bi girip bi cikan ordekleri, yanyana uyuyan sevgilileri, sarap icerek sohbet eden kizlari, uzanmis tek basina kitap okuyanlari izledigim, sagin solun fotosunu cektigim ve yeni kitaba basladigim bir gun oldu. evimin yakinlarinda bir yerlerde, her gun icinden bisikletle gecebilecegim boyle bir parkin olmasini cok isterdim.

Wednesday, August 19, 2009

amsterdam`a kucuk bir cocukla geliyorsaniz bebek arabasi sart, tabii eger sehri bizim gibi yuruyerek gezmek istiyorsaniz. ikinci secenek arkasinda cocuk koltugu olan bir bisiklet kiralamak olacaktir tipki gecen geldigimizde (2006 ocak, cem 18 aylikken) yaptigimiz ve onumuzdeki hafta yapacagimiz gibi. simdilik lazim olunca elifler`in bisikletini kullaniyorum ama onumuzdeki hafta onur istanbul`a dondukten sonra cem`le ikimiz icin bisiklet kiralayacagim hatta belki cem icin ayri bir bisiklet bile kiralayabilirim, civarda beraber dolasmak, parka, markete falan gitmek icin.



bu hafta sehri ali`yle lale`nin maclaren volo pusetiyle arsinliyoruz. gun boyu yurudugumuz icin cem gunun buyuk kismini pusette geciriyor hatta aksamustu yorgun dusup kisa bir sekerleme bile yapabiliyor. 3 yasini bitirene kadar kullandigimiz maclaren triumph`dan sonra simdi de volo`ya minnettariz, cok hafif ve kullanisli. hemen kapat tramvaya atla, dukkanlara gir, kenara bir yere park et, cocugu tasidigi yetmedi, sirt cantalarini as. evde yaptigimiz sandviclerle marketten aldigimiz meyveler cantada, yorulunca banklara oturup yemek molasi veriyoruz.






quiet amsterdam



amsterdam`da parklar, kucuk dukkanlar, kitapcilar, oturulacak banklar, cafeler, lokantalar, kutuphaneler, kiyidaki kosedeki yerler... bizim gibi sehrin sessiz, tenha, yesil noktalarini arayanlar icin bir kitap. yazarin yukarda linkini verdigim bir de blogu var.


kitaba ilk gun ingilizce kitaplarin satildigi kitapcilari turlarken ugrayip cocuk katinda bir saatimizi gecirdigimiz (daha dogrusu saat 18.00`de kapandigi icin 1 saatin sonunda cikmak zorunda kaldigimiz), kitapta da yer alan waterstone`s`da rastladik.

waterstone`s:
Kalverstraat 152

Monday, August 17, 2009

amsterdam`a inis






pazar gunu (dun) 20.30 civari amsterdam`a iniyoruz.
ucakta 7 kisiyiz: elifler + biz
hep beraber elifler`in diemen`deki evine dogru yol aliyoruz.
istanbul`da bizdeydiler, simdi iade-i ziyaret. tam 3,5 yil sonra yeniden amsterdam`dayiz.

buyutmek icin fotolara tik

Wednesday, August 5, 2009

taksim - tünel


sabah vize işi için beyoğlu'nda olmam gerekiyordu. erkenden yola düşmek için güzel bir sebep: tatildeyken planlamıştım, işleri hallettikten sonra cem ile buluşup günü beyoğlu'nda geçireceğiz. tatilde herkes bir şeyleri özledi: ben eminönü'nde dolandıktan sonra karaköy'den beyoğlu'na gelmeyi, günün kalanını burda geçirmeyi; cem bodrum mantı cafe'deki kıtır mantıyı (asıl adı feriye. kıtır mantı takıntısını anlatırım sonra); arkadaşı kaya'yı ve okulunun bahçesinde oynamayı (okul tatil); onur ise sinemaya gitmeyi.


biz cem ile buluştuk, onur işe gitti. vakit öğlene yaklaşıyordu, yemeğe gitmek için tramvaya bindik. hesapta ağa camii durağı'nda inip 3. mevki'ye gideceğiz ama 3. mevki tatilde. o zaman ağa lokantası'na gidelim, orası da tadilatta. nereye gideceğiz, hacı abdullah'a gidelim mi? takdir ederiz de pek sık gitmeyiz hacı abdullah'a, bizim mekanlara göre biraz pahalı. beyoğlu'nda acıkınca 3. mevki dışında bir yere gitmeyi pek bildiğim yok, bir de zencefil var buluşmalar için ama cem'i zencefil'de doyurmak zor olabilirdi, orası aklıma bile gelmedi. neyse cem hacı abdullah'ta yemeğe ahududu kompostosu ile başladı. kompostoların durduğu vitrinin önünde dakikalarca karar vermek için uğraştı önce, hangisini yesin: ayva istiyorum, bu ne ananas mı, böğürtlen, karışık, armut, şeftali... zor iş, onun için tahmin edemeyeceğiniz kadar önemli bir karar, hepsini çok seviyor, birini seçmek zorunda. et suyu, yaprak sarma ve hünkarbeğendi söyledik. cem doğduktan sonra hiç gitmemişim hacı abdullah'a, arayı bu kadar açmanın da bi manası yok ki.


hacı abdullah'tan çıkınca hacı bekir'in vitrini'ne tosladık. cem dondurma hakkından vazgeçtiğini, onun yerine akide şekeri istediğini söyledi, içeri girdik. her çeşidinden 2'şer tane konulmuş bir torba akide şekerinin bir çocuğu bu kadar çok sevindirmesine inanamıyorum üstelik bugün sadece 1 tane yiyebileceğinden de haberdar. danslar, kahkahalar.









hacıbekir'de bi çaydan sonra body shop'ta biraz krem vs. koklayıp hemen pandora'ya gittik. cem yeni çıkanlar arasında bulduğu yaşayan ölüler mi yürüyen ölüler mi her neyse bi çizgiromana bana binlerce soru sorarak baştan sona bakarken pandora'nın (galiba) sahibi bana çizgiromanın çocuklardaki yaratıcılığı öldürdüğünü anlatmaya başladı. leonard cohen de çok çizgiroman okurmuş çocukken, i'm your man belgeselinde anlatmıştı, yaratıcılığı pek ölmüşe benzemiyordu.



















ardından karşıdaki pandora'ya geçtik. orada cem'e, daha önceden yine burada rastlayıp baktığım harika kitabı okudum: the three robbers. biter bitmez cem büyülenmiş bir ifadeyle "hadi tekrar oku" dedi. 24 lira olduğunu duyunca kitap alma hakkımı sahaflara sakladım, şu anda biraz pişmanım. akşam onur'a bahsettiğimde three robbers'ın animasyonu olduğunu söyledi, if'te gösterilmiş, the end'de dvdsi varmış, hemen almam lazım.

pandora'dan sahaflara gidecektik ama cem az önce verdiği sözü unutup yol üstünde dondurma gördüğü her dükkanın önünde "buranın dondurması iyi midir?" diye sormaya başladı. beyoğlu'nda cremeria milano'dan (böyle mi yazılıyordu? şimdi şaşkınbakkal'da da şubesi var) başka bir dondurmaya iyi diyemiyorum ama orası da caddenin öbür ucunda. sahaflardan önce biraz oturup dinlenmemiz iyi olur diye düşündüğüm için cem'e unuttuğu sözü hatırlattıktan sonra "bugünlük de böyle olsun" diyerek istediği dondurmayı ısmarladım.


dondurmanın ardından çiçek pasajı'na bakıp sahaflara doğru yürüdük. cem'le ilk sahaf ziyaretimizi kadıköy'de yapmıştık, çok da güzel vakit geçirmiştik. sahaflara girince o çizgi romanlara ve çocuk dergilerine bakarken ben çocukluğumun kitaplarının izini sürüyorum. okunmuş ve çoğunluğu hiç yıpranmamış güncel kitaplar sahaflarda yarı fiyatına bulunabiliyor, ben cem'in birkaç yıl sonraki kütüphanesi için -ve biraz da kendi hevesle okuduğum zamanları yad etmek için - uğruyorum sahaflara. burada geçirdiğimiz saatleri ve bulduğumuz kitapları anlatırım başka bir gün.

onyedi alır mıydınız siz de?

bende whitney houston'un bi albümü vardı, albümden hatırlayabildiğim bazı şarkıların adları şöyleydi: greatest love of all, saving all my love to you, nobody loves me like you do... '85 tarihli albümü, bu benim romantik dönemimde hatta hayatımda aldığım ilk albümdü. söz konusu kaset çift kasetli teyplerde defalarca çoğaltılmış, arkadaş meclislerinde salya sümük dinlenerek tepe tepe kullanılmıştı zaten o yıllarda 3-4 kaset aramızda elden ele dolaşır dururdu. bir de how will i know diye çok feci bi şarkı vardı, şu an hiç mana veremediğim bi şekilde, raks ederdik bu çalmaya başlayınca. sadece bunları hatırlamak için bile birkaç saat ayırılır sahaf ziyaretine.

sahaflardan sonra bir kahve molası verdik, cem sütün yanında bir de çizkek yedi. komposto, akide, dondurma, çizkek... neyse ya arada bi olur böyle, ne yapayım? tünelde sokak müzisyenlerini dinledikten sonra son durağımız karaköy'deki balıkçılar oldu. fotoda cem istakoz analizi yaparken görülüyor.

eve döndüğümüzde saat 7'yi geçiyordu. taksim-tünel arasını 2 defa kat etmiş, bir sürü yol yürümüştük. dönüş yolunda, cem'in buluşmaya gelirken evden getirdiği oyuncakların gereksiz çantası, sırt çantam ve mavi'nin indiriminden topladığım bir iki parça yazlık üstbaşın torbasına sahafların yükü de eklenmişti. vapurda dışarda oturduk. o yorgunlukla, recep ivedik'in çok eğlenceli sıtarbaks hallerini, kasadaki kızdan oralet, o olmayınca mırra istemesini anlatmamı istedi, anlattım yine; boş boş gülerek biraz da şımararak kadıköy'e döndük.

Sunday, August 2, 2009

tekirdağ köftesi


assos'a giderken öğlen yemeği için tekirdağ'da mola vermeye karar verince nerede köfte yiyebileceğimizi araştırmaya başladık. ararken en iyi 10 köfteci, mehmet yaşin gibi yerlerde karşımıza özcanlar çıkınca orayı bulmaya karar verdik. şehrin giriş ve çıkışlarına koydukları kocaman tabelalara bakılırsa tekirdağ'da birkaç ünlü köfteci var, bunlardan biri de özcanlar. 4 şubesi var, üçü tekirdağ'da, biri de istanbul'da astoria diye bir alışveriş merkezinde.



özcanlar'ın şehrin çarşısı diyebileceğim, merkezdeki şubesini sora sora bulduk. tekirdağ küçük bir şehir, hatta beklediğimden daha bile küçük, sevimli bir yer. yeri bulup içeri girebildiğimizde açlıktan gözü dönmüş bir şekilde menüde ne varsa sipariş verdik (sonra da gelenlerin hiç dokunamadığımız bir bölümünü geri göndermek durumunda kaldık.)


yemek öncesi hazırlıklar: kekik sonra da hardal.

menüde kelle çorbasını görünce bu çorbayı daha önce hiç içmemiş olduğumu farkettim, içtiysem de hatırlamıyordum, denemek istedim. yaz sıcağında, sirkeli sarmısaklı kelle çorbası söyledim. sevmeyeni çoktur eminim ama güzeldi, dönüşte buraya sırf bu çorba için bir kez daha uğrayabilirim diye düşündüm. onur'la cem de bir kase mercimek çorbasını paylaştılar, cem severek içtiğine göre o da güzeldi.

tekirdağ köftesi, üçümüz için de ufak çaplı bir hayalkırıklığı oldu. onur'la cem sultanahmet köftesinin daha lezzetli olduğunu beyan ettiler, bense filibe köftesini hiçbir şeye değişmeyeceğimi söyledim. kullandıkları baharatı yakıştıramadık, köfteye hafif de olsa tarçınımsı bir aroma vermişti. yenibahar olabilir, emin değilim, ben hiç kullanmam ama sonuçta yenibahar köftede kullanılan bir baharat. ayranı çok beğendik, mis gibi bir ayrandı, olsa da içsek. onur yemeğin üstüne, adını ilk defa biraz önceki google araştırmamız sırasında duyduğumuz dondurmalı peynir helvasını denedi. tatlının üstündeki dondurmayı cem yerken helvanın 1/4'ünü ben yedim, bana bu kadarı yetti. onur tatlıyı çok beğenince, dönüş yolunda kelle çorbası ve peynir helvası için yine özcanlar'a uğrayacağımız kesinleşti. 

dönüşte, tekirdağ'dan geçerken yol üzerinde, sol kolda kalan sahil yolundaki şubeye uğradık, burası hem daha büyüktü hem de daha kalabalık. şehir, dışarda oturduğumuz masadan izleyebildiğimiz kadarıyla, cumartesi 21.00-22.00 civarı çok kalabalık ve hareketliydi. garsonlar cumartesi yoğunluğuna yetişmeye çalışmaktan bitap düşmüşlerdi; siparişi, menüyü falan vermeden sabırsız bir ifadeyle alıp servisi bezgin bi şekilde yaptılar. diğer şubedeki küçük şehrin esnaf lokantası havasını ve samimi ilgiyi burada bulamadık.

unutmadan, 100 yıllık reçete ile yaptıklarını söyledikleri sütlaç cidden leziz.