Showing posts with label gündelik. Show all posts
Showing posts with label gündelik. Show all posts

Tuesday, March 1, 2016

bira

çocuklar. bugün eski bir blog arkadaşımdan gelen mesajın ardından buradaki yazılara göz gezdirdim. ne güzeldi. bir zamanlar kayda değer bir şey oldu mu gelip anlatmayı severdim. şimdi ise olup bitenleri kaybolmaya terk ediyor gibiyim. hep bir gün nasılsa günlük tutmaya dönerim gibi bir düşünce kafamda, bu arada çocuklar büyüyüp gidiyorlar. yazmıyorum. nedenini düşünmek istemediğim bir şekilde kaydetme alışkanlığımdan uzaklaşıyorum.

biliyor musunuz, bu haftasonu ilk defa ikisini evde bırakıp çıktım dışarı. benim için büyük, insanlık için küçük bir adım. büyüyorlar. bensiz idare edebilen iki çocuğum var artık. buraya yazmaya başladığımda büyüğü 1 yaşındaydı, şimdi 12 olmak üzere, kardeşi 5,5.

geçen hafta rüya ile markete gittik. roka, peynir, yoğurt, ekmek, elma, limon, avokado, mercimek, bira… rüya aldığım 2 birayı sepete atarken şöyle dedi:

- pek sağlıklı değil bunlar ama büyüklerin de ihtiyacı vardır tabii…

hayatı, büyükleri, söylenen ile yapılan arasındaki farkı anlamaya çabalayan bir küçük zihin. benim için dünyanın en tatlı varlığı.

Thursday, January 14, 2016

Dünyadaki Tek Akıllı Biz Değiliz


Bugün arabayla eve dönerken uzunları yine lüzumsuzca açmış birine kendi kendime söylendim, sonra bu yaptığımı da lüzumsuz bulup "neyse, söylemeyim kimseye böyle şeyler." dedim. Bunun üzerine arkada oturan Rüya (5) :

- Bu dünyadaki tek akıllı sadece biz değiliz, başkaları da akıllı, herkes akıllı
- Evet, güzel söyledin. Peki sen nereden duydun bunu?
- Bi yerden duymadım, kendim söylüyorum

Monday, October 20, 2014

Çocuklar böyle şeyleri merak ederler.


Rüya cuma akşamı dışarda yediğimiz akşam yemeğinden sonra eve dönerken arabada sordu:

- Baba, sen annemi seviyor musun?

Yolda ikimiz gündelik şeylerden konuşurken Onur o ani, şaka gibi hareketlerinden birini yapmıştı. Rüya bunu o anda kızgınlık gibi mi algıladı da sordu bilmiyorum. Sürekli izleyen küçük gözler.

Çocuklar böyle şeyleri merak ederler, her zaman sormasalar da. Ve cevabın evet olduğunu bilmek isterler; bazı evlerde öyle olmasa da.

*
ek:

Biraz önce Twitter'de Doğan Cüceloğlu yazmış:

Ana babanın çocukla ilişkisinin iki kaynağı var: 
1- kendi özleriyle kurdukları
2- karı koca olarak kurdukları ilişki.
Bu iki ilişki sağlıklı ise çocuk yetiştirme ortamı sağlıklı olur. Sadece çocukla ilişkiye odaklanmak gerçekçi değildir.
https://twitter.com/DoganCuceloglu

Wednesday, September 24, 2014

Ağaçtaki Elma



















Odamın penceresinden dışarı bakınca sarmaşıkların arasında güçlükle seçilen şu cılız ağacı görüyor musunuz?

O cılız ağacın dalındaki elmayı görebiliyor musunuz peki?

Ben de göremiyorum. Oysa dün akşamüstü görebiliyordum. Kırmızıydı, parlıyordu, harika görünüyordu.

Bu sabah baktım, elma yok. Ağaç bir yükseltinin üzerinde, merdiven olmadıkça erişilebilecek bir noktada değil. Dün bu ağacın incecik dallarından birinde sallanan o tek elmaya öyle şaşırmıştım ki bir fotoğrafını çekeyim diye düşünmüştüm.

O sırada odada yazlıkları kaldırayım, kışlıkları çıkarayım, küçülenleri yeni sahipleri için ayırayım gibi işlerle meşguldüm. Fotoğraf makinesi salondaydı, işleri bırakıp salona gitmeye, dev makineyi ayarlayıp iyi bir fotoğraf çekmek için uğraşmaya üşendim, yarın sabah ışık iyiyken çekersem daha güzel olacak diye kendimi rahatlattım. Oysa telefonum orada masanın üzerinde duruyordu ama o güzel elmanın fotoğrafı hiç telefonla çekilir miydi?

Sabah oldu, hani elma nerede? Makine burada, ben buradayım, ışık güzel ama elma yok. Düşmüş, gitmiş. Dün orada bir elma vardı ve çok güzeldi, bugün yok.

Yukarıdaki fotoğrafları telefonla çektim, salona gidip makineyi yine almadım ama dün fotoğrafını çekemediğim elmayı unutmak istemediğim için bu kez üşenmedim, onu anlatmak için salona geldim. Aklımdan sonra yazarım diye geçmedi mi, geçti ama önce işimi bitirmeyi bekleseydim elmayı kaybettiğim gibi anlatmak istediklerimi de kaybedecektim büyük ihtimal. 

İlerleyen yaş konusuna bugüne dek farkında olmadan ne gibi anlamlar, nasıl dönülmez akşamlar yüklediysem, 40 yaşında olmak ya da durup gençliğimi, öğrenciliğimi hatırlamak da buna benzer şeyler hissettiriyor. Neyse ki Eddie Vedder'ı dinleyerek bunlardan bahsetmenin de güzel bir  tadı var. Elmayı tadamadık, belki benden başka kimse de göremedi ama arkasından yazdıklarımı birkaç kişi okuyacak :)

Şu anda bu albümü dinliyorsunuz:

Saturday, August 23, 2014

Kolay Değil :: Yaz, 2014

Dün Cem'in satranç okulundaki dersin bitmesini beklerken benim gibi oğlunu bekleyen bir anneyle tanıştım. Ders bitmişti ama çocukların maçı bitmediği için çıkış saati neredeyse bir saat uzamıştı. Ben bu gecikmelere alışkın olduğum için zaten geç gitmiştim, buna rağmen bekleme süresi uzayınca "daha geç gelsek de olurmuş" diyerek konuşmayı başlattım. Beni tanıyanlar, bu tür giriş(kenlik)lerin insanı olmadığımı bilirler ama çocuklar büyürken öyle değiştim ki, ben bile kendimi tanıyamıyorum artık.

Konuşurken evlerimizin arasında sadece birkaç blok olduğu ortaya çıkınca nasıl sevindiğimizi görmeniz gerekirdi, burada anlatmam mümkün değil. Öyle ki çocuklar birbirilerini görmeye yürüyerek gidebilecekler. Ben Cem'in yaşındayken bırakın birkaç blok ötesini, bisikletle neredeyse şehrin (İstanbul değil!) tüm semtlerini kat ederdim. Cem daha tek başına markete ekmek almaya gitmedi! Bir sitede oturmadığımız için neredeyse hiç sokakta da oynamadı ama bu arkadaşına yürüyerek gidebilir çünkü evden çıktığı anda oradan da bizim evden de görülebiliyor, evleri bize öyle yakın ki.

Satranç gibi ortak ilgi alanları olan, onun dışında da birbiriyle iyi anlaşan iki çocuk ve terlik mesafesi komşular. Buna yaz tatili çaresizliği içindeki iki annenin tepkisi tabii ki çok sevinmek olur.

Ertesi gün yani bugün derhal davet edildik ve ilk ev buluşmamızı yaptık. Çok mutluyuz.

Büyük şehirde anne/baba olmak, büyük şehirde çocuk olmak, büyük şehirde yaz tatili denilen 3 aylık devasa süreyi anlamlı şekilde geçirmeye çalışmak… Çok zor arkadaşlar, gerçekten de çok zor. Hele de bir sitede değil, trafik derdinden uzak kalalım, okul dahil gitmek isteyeceğimiz her yere yakın olalım diye şehrin göbeğinde oturmayı seçmişseniz, yazlığınız yoksa, çocuklarınızı yazlık evlerine birkaç haftalığına olsun gönderebileceğiniz aile büyükleriniz yoksa, çocuklar arasında 6 küsur yaş varsa, yetmezmiş gibi cinsiyetleri de farklıysa… Tek çıkış yolu, birbiriyle vakit geçirmeyi seven ve çok uzak mesafelerde oturmayan yaşıtlarıyla yapacakları buluşmalar oluyor. Biz bu sene ilk defa Cem'i yarım günlük spor okuluna gitmeye ikna edebildik, o da iyi oldu. Kendisi de memnundu, hatta cuma akşamları yatmaya giderken "keşke yarın da masa tenisi olsaydı" dediği günler oldu. Bu noktada Yankı Yazgan'a, yazılarından birinde rastladığım "zorla güzellik olmaz ama güzellikle zorlama olabilir." sözü için teşekkür ediyor, bunu ilk okuduğumda nasıl yapacağımı bilemesem de, sonunda dinlediğim ve yapabildiğim için de kendimi tebrik ediyorum.

Cem gönülsüzce gittiği Pera Müzesi'ndeki Andy Warhol sergisi girişinde. Pek istememişti ama sonuçta pişman olmadı gittiğine. (Temmuz)

Kısacası, sinema, kitaplar, ipad, semt turları, müzeler, aileyle gidilen deniz tatilleri bir yere kadar; tatilde hiçbiri sık görüşülen arkadaşın yerini tutmuyor.

Sebze ayıklamak da bir yere kadar, yani nereye kadar? 
Sağolsunlar, buzluk doldu. (Ağustos)
*
Çocuk Bahane, Kendimize Bakalım (Yankı Yazgan)

Çocuklar Mutfakta

Wednesday, June 18, 2014

Çocuklar Mutfakta

Eveeet, en sevdiğim (!) mevsim, tatiliyle birlikte geldi işte. Arkadaş trafikleri, sıcaktan bunalmalar, kardeş kavgaları, Rüya'nın tv ve Cem'in ipad süresi için verilmesi gereken mücadeleler, öğlen - akşam için ayrı hazırlanacak menüler bu inanılmaz uzun zaman diliminde beni zorlamaya devam edecek konular olacak. Diğer yandan biraz sakin kalmayı başardığımda, yaş ve cinsiyet farkı olan iki çocukla evde yaz tatili geçirmenin tatlı yanları da yok değil. En azından şimdi iki sene önceki yaza göre daha rahatım çünkü Rüya o günlere göre terrible twodan uzak, işbirliğine yatkın, uyumlu bir kız oldu.


Bugün evvelsi gün aldığım 1,5 kilo bezelyenin ayıklanması gerekiyordu ama tatil hazırlıkları sebebiyle buna vaktim yoktu. İki kardeşi mutfağa çağırdım, önlerine tüm bezelyeyi döktüm ve ikisi arada çıkan kurtlar yüzünden dehşete kapılarak da olsa bezelyeyi elbirliğiyle ayıklayıp bitirdiler. Cem arada mırın kırın edecek olduğunda ona şöyle sordum:

- Bu çok sıkıcı, hepsini yapmak zorunda mıyım, yapmasam olmaz mı dediğinde aslında ne demiş oluyorsun?

Cem:...

- Ben yapmak istemiyorum çünkü bu benim için çok sıkıcı, o zaman sen yap demiş oluyorsun. Peki sence benim için o kadar eğlenceli bir iş mi bu? Yani bunun yerine yapmayı daha çok isteyeceğim bir şey yok mudur benim de?

Cem: Vardır, kitap okumak

- Peki beni hiç gündüz kitap okurken görüyor musun?

Cem: Görmüyorum, sadece geceleri...

- Demek ki hayatta sadece en sevdiğimiz işlerle meşgul olma şansımız yok.

Cem: Evet doğru yok.

- Benim yoksa senin neden olsun? Yapabildiğin ve bana bu sayede bir saat kazandıracağın bir şeyi neden yapmayasın? Bu evin, hepimizin, dört kişinin ihtiyacı olan işlerin tümünün sadece bir kişiye yüklenmesi adil mi sence? Ben bu arada bavul hazırlayacağım için şu anda sizin yardımınıza ihtiyacım var. Sıkılarak da olsa yaptığın bu işlerden bir şeyler öğreneceksin zamanla. En önemlisi yavaş yavaş kendi kendine yetmeyi öğrenmeye başlayacaksın. Ayrıca sen sıkıldığını söylediğin için Rüya da zevkle yaptığı işin sıkıcı olduğunu söyleyerek masadan kalktı.

Cem: Rüyaaa, gel bak çok zevkli...

- En iyisi en baştan hiç böyle şeyler söylememek, onun kendini vererek bir işle meşgul olması çok güzeldi ama senin sözlerin onun için çok önemli, hemen etkileniyor. Onun üzerinde ne kadar etkili olduğunun farkına var.

*

Kısa günün karı:

1,5 kilo bezelye çocuklar tarafından ayıklandı, kabukları çöpe gönderildi ve daha sonra pişirilmek üzere benim tarafımdan buzluğa atıldı.

İki kardeş birlikte bir işe başladı ve onu ortaklaşa bitirdi.

Cem, vakti olduğu zamanlarda, özellikle tatillerde, evdeki işlerde şikayet etmeden sorumluluk üstlenmesi gerektiğini anladı ve kabul etti.

Bu konuda kardeşine örnek olduğunu, sıkıcı bir iş olduğu için yapmak istemediğini söylemesinin ardından Rüya'nın masayı terketmesinden ve sonra onun ayıklamaya devam ettiğini görünce dönüp iş bitene kadar bir daha masadan kalkmamasından anladı.

Cem bir süredir odasını kendisi topluyordu ve sanırım bunun evdeki tek işi olacağını sanıyordu. Şimdi sorumluluk alanının sandığından daha büyük olduğunu ve odasının dışına taşabildiğini gördü.

Monday, June 9, 2014

anne beni seviyor musun?


mutfaktayız. yemek hazırlıyorum. rüya arkamda kendi kendine konuşarak oyun oynarken birden sordu:

- anne beni seviyor musun?
- seviyorum tabii, hem de çok seviyorum. sen bilmiyor musun peki, neden sordun?
- ama sevmiyorsun bazen, değil mi?
- her zaman seviyorum, sen ne yaparsan yap hep seviyorum, nasıl sevmem?
- ama ağladığım zamanlarda beni sevmiyorsun, değil mi?

DONG!

- hayır, ağladığın zamanlarda da seviyorum, ağlayacaksın tabii, ben de ağlıyorum bazen
- ama ben ağlayınca sen bana kızıyorsun

DOĞRU! 
kızıyorum bazen. 

- evet bazen kızıyorum ama kızılacak bir şey yok aslında. istediğin zaman istediğin kadar ağlayabilirsin. herkes ağlar. ben seni ağlarken de çok seviyorum. üzüldüğünü görmeye dayanamadığım için sinirleniyorum herhalde, özür dilerim. hiç kızmamam gerekirdi.

*
ağlamak iyileştirir.

geçenlerde 1 saatlik bir ağlamanın ardından rüya'nın nasıl iyileştiğine tanık oldum. olay tahminimce bir gün önce izlediği çizgi filmde korktuğu bir sahnenin etkisiyle öğle uykusundan çılgınlar gibi ağlayarak uyanmasıyla başladı. o sahnenin onu korkuttuğunu gidip tvyi kapatmasından ve sonra panikle beni arayıp bulduğunda da bana sarılarak uzun uzun ağlamasından biliyordum. günün devamında odalarda hiç bensiz kalmak istememişti, gece de uykuya biraz zor dalmıştı.

ertesi gün ağlayarak uyandığı öğle uykusundan sonra onu ne yapsam sakinleştiremedim. ilk defa başıma gelen bu durum karşısında oturup beklemekten başka çarem olmadığını görebiliyordum. hiçbir sorumun cevabı yoktu, ne yapsam onu avutamıyordum. bana yakın durmak istiyordu, o kadar. kah kucağımda, kah yatağında, avazı çıktığı kadar bağırarak, tepinerek, hıçkırarak tamı tamına 1 saat gözyaşı döktü. 1 saat sonra sakinleşti ve cem'in okuldan döndüğünü görünce neşeyle, şarkılar söyleyerek oynamaya başladı. tabii kriz esnasında evden çıkmayı başarıp cem'i okuldan almaya da gidememiştik. rüya ağlarken cem'in okuldan eve takım arkadaşı ve onun babasıyla birlikte gelmesini ayarlamak zorunda kalmıştım.

o gün durumun sıradan bir kriz olmadığını farkettiğim için sürenin çoğunda sessizce yanında durmayı seçtim. ağladığı için kızdığım günlerden biri değildi yani. ağlamanın rahatlatıcı etkisi üzerine epey okumuştum, eh bilgiyi kullanmanın zamanı gelmişti ama bunlar benim için geçmek bilmeyen, çok zor dakikalardı.

peki rüya neden onu ağlarken sevmediğimi düşünmüştü? çünkü gündelik hayatta bir şeyi istediği gibi yaptırmak için ağladığı zaman sinirleniyorum. paltosunun fermuarını bana çektirmek, ayakkabısını benim giydirmemi istemek, beni 40 kere odasına çağırdığı için artık gitmeyi reddetmem, yarım saat içinde 7 kere çorap ve kıyafet değiştirmek gibi sebepler söz konusu olunca ağladığında kızdığım doğru. halbuki kızmak kısa, kızmadan sakinleşmesini beklemek ise uzun, meşakkatli yol, benim de oradan gitmem lazım -tüm isteklerini onun istediği şekilde yerine getirmek değil bu- keşke her zaman o yoldan gidecek gücü bulabilsem kendimde, hiç kızmasam ama bu mümkün değil benim için, biliyorum.

*

Ağlayan insan engellenmemeli. Ağlamanın bebekler, küçük çocuklar, dahası hepimiz için müdahale edilmeden, dikkati başka yerlere çekmeye ve ağlayanı susturmaya çalışmadan özgürce gerçekleştirilmesi gereken bir eylem olduğunu nereden öğrendim?



Bu gece dönüp altını çizdiğim satırları yeniden okudum. 


İki yaş altı bebeği olanlar için yazarın diğer kitabını öneririm.



Bilinçli Bebek :: Aletha Solther

Bu kitapları okuduktan sonra ağlayan birine artık ağlamasın diye "bunda ağlayacak bir şey yok", "çok daha kötüsü olabilirdi" türü sözler söylemenin doğru olmadığını, kendini daha iyi hissedene kadar ağlamasına karışmadan onun yanında olmanın önemini anlıyorsunuz. 

Wednesday, January 29, 2014

Aynı Noktadan 5 Gün

Rüya'yı okula bıraktıktan sonra her gün evden çıkarken yanıma aldığım kahveyi bitirdiğim nokta burası. Arabayı park ettiğim yerden birkaç adım uzakta. Acelem yoksa her gün uğrayıp denize, denizden ve köprüden geçen araçlara baktığım yer. Hayatın birbirinin aynı günlerden ibaret olmadığını, her şeyin her an değişip durduğunu hatırlamak için birkaç dakika. 

20/01/2014 Pazartesi
21/01/2014 Salı
22/01/2014 Çarşamba
23/01/2014 Perşembe
24/01/2014 Cuma

*
Oradan ayrılırken aklımda hep: Hala çok güzelsin İstanbul.

*
Burayı ilk keşfettiğim gün :: 16 Mayıs 2013

Sunday, January 5, 2014

Gulliver

Cem ile dün başladığımız Gulliver'in 6. bölümüne geldik bu gece. Ona kendi kendine okumayı pek seçmeyeceği ama okumasını istediğim kitapları ben okumaya çalışıyorum. Seçimde ilk dikkat ettiğim nokta ise kitabın benim severek okuyacağım bir kitap olması.

Bu okumaları uyumadan önceki yarım saat içinde yapıyoruz. Cem şimdiye dek seçtiğimiz kitapları ilgiyle dinledi. Kitap okurken çoğu zaman Rüya da yanımızda oluyor, kitap resimliyse okuduğum sayfadaki resimleri inceliyor ve yeni bir gelişme: anlamadığı yerlerle ilgili sorular sorarak olan biteni (kimi zaman "dünya bir gaz ve toz bulutuydu" noktasından da olsa) anlamaya çalışıyor.

Gulliver'in Domingo Yayınevi'nin Hepsi Sana Miras Serisi'nden çıkan baskısını tercih etmemin ilk sebebi müthiş resimleriydi. Seriye ilgi duymamın diğer sebebi ise, hikayelerin usta yazarlar tarafından çocuklar için yalın bir dille yeniden anlatılmış olması. Yoksa aradığınızda, raflarda değişik yayınevlerinden çıkmış onlarca Gulliver çevirisi bulmak mümkün. Aynı seriden Umberto Eco'nun yeniden anlattığı Nişanlılar kitabı da sırada.

Cem'in odasında, başucu lambasının ışığında, yatağına uzanıp seçtiğim kitabın o günkü bölümünü merakla dinlemesi, devamını yarın okuyalım, dediğim her seferde biraz daha okumamı istemesi beni mutlu ediyor.

*


Wednesday, December 25, 2013

bu yaştan sonra

bugün göz doktoruna gittim, okulu tatilde olduğu için yanımda rüya ile. giderken biraz tedirgindim ama rüya uykusu gelmiş olmasına rağmen muayeneyi eli elimde sessizce izledi. doktor "uslu çocukmuş, hiç sorun çıkarmadı." deyince ben de sessiz kaldım. merak edip "hep böyle midir?" diye sordu. "her zaman değil. ne zaman nasıl olacağı belli olmaz, kefil olamam yani." deyince beraber güldük. muayenem bitince onun gözlerine de bakılsın istedim ama rüya kabul etmedi.

göz numaram düşmüş biraz. ilkokul 3. sınıftan beri gözlük kullanıyorum. gözlük takmak en büyük çocukluk hayallerimden biriydi. pencerenin önünde durup ellerimle çerçeve yapar dışarıya gözlük taktığımı düşleyerek bakardım. sınıfta yapılan göz taraması sonucunda gözlerimin bozuk olduğu ortaya çıkınca sevinçten havalara uçmuştum. çok dua etmiştim gözlerim inşallah bozuktur diye, kabul olan dualarımdan biridir.

ilk zamanlar bir heves gözlüğü taktıysam da, ergenlikle birlikte miyop 1.5 olana dek gözlük kullanmadım, sonra mecbur kaldım tabii.  yine de bunca yıldır gözlük kullanmaktan yana pek şikayetim olmadı. üniversite yıllarından başlayarak uzunca bir süre lens de kullandım ama tembellikten kaynaklı özensiz kullanım sonucunda ağır bir göz enfeksiyonu geçirdiğimden beri gözlerim lensi pek kabul etmez oldu. kısa kısa takıp çıkarıyorum şimdi, güneş gözlüğü kullanacağım zamanlarda, sahile giderken falan. gözlerin ilerleyen yaşla birlikte lensi eskisi kadar rahat kabul etmemesi de sık yaşanan bir sorunmuş. doktor sebepleri açıkladı, aklımda eksik ya da yanlış kalmış olabilir diye çekinerek de olsa not düşeyim: kullandığım aylık lensin zamanla tıkanan gözenekleri gözün ihtiyaç duyduğu oksijeni almasını engelliyormuş, yaşla birlikte göz kurumaları artınca da göz kendini yıkayamıyor ve enfeksiyonlara açık hale geliyormuş...

ilginç olan, 9 yaşımdan bu yana 0.50'den istikrarlı şekilde 5.25'e kadar yükselen göz numaram şimdi 4.75'e gerilemiş, şaşırdım. belli bir yaştan sonra olurmuş böyle. aslında şimdiye kadar lazer de yaptırabilirmişim, neden yaptırmamışım (bilmem, hiç düşünmedim. korkudan herhalde) gerçi 50'den sonra onun da bir anlamı olmazmış. yani 20lerimde yaptırmadıysam önümdeki 10-11 sene için değer mi gibi bir sonuç mu çıkarmalıyım, tam anlayamadım.

yakın görüşte sorun yaşamaya başlayıp başlamadığımı da sordu doktor. "henüz değil" dedim, "iyi, aman başlamasın." dedi. "yakın gözlüğü takacak kadar kocamadık herhalde!" diye düşünürken "arkadaşlarınız çok geçmeden yakın gözlük kullanmaya başlarlar, siz ileri derece miyop olduğunuz için yakın gözlüğünü daha geç kullanabilirsiniz" dedi. soru cevap faslında birkaç kez "bu yaştan sonra", "40'lı yaşlar" geçti. neredeyse "ben daha 40 olmadım" diyecektim de, doktora neydi benim 39'umdan, 40'ımdan. neyse, size söyleyim o zaman, 2014'ün ortasına daha çok var, yaşımın ilk basamağı o zamana kadar 3.

Thursday, November 28, 2013

hafta içi yıldız parkı






yıldız parkı eve yakın. bir sürü sincap var, diplerine kadar gitmezseniz kaçmıyorlar, öyle rahatlar. koşuşturmalı geçen haftalardan sonra orman havasıyla sonbahar renklerinin üzerimizdeki sakinleştirici etkisi. yorgunluğu bahane edip üşenmeyelim, daha sık gelelim bundan sonra.

acıkınca malta köşkü'ne yürüdük. birer kase çorba ve ortak zeytinyağlı tabağı onur'la bana yetti. rüya için de ayrı bir zeytinyağlı tabağı. rüya tabaktakilerin neredeyse tümünü tek başına mideye indirdi. bugün iyice emin oldum, rüya soğuk yemekleri diğer yemeklerden daha fazla seviyor. cem ise tam tersi, ben sırf bu yüzden rüya'nın da hep cem gibi sıcak, bakliyat ağırlıklı yemekleri seveceğini düşünürdüm.

yıldız'a dönersek, oraya son gittiğimizde günlerden pazardı, parkın her yerinde gelin, damat ve fotoğrafçılar vardı. bugünse ortalık bomboştu, kuş sesleri dışında her yer sessiz, sakindi. sincaplar ve ağaçlar bir günlüğüne bizimdi. bu serin çarşamba gününü yıldız parkı'nda geçirmek, orada kitap okumak, çay içmek ve kuşları dinlemek bize mutluluk verdi.

Thursday, November 21, 2013

bu sabah :: yüyaların kuyruğu olmas

sabah rüya yeni uyanmış yatağında oturuyor. ben yanında, yerdeyim. elinde dün gece birlikte uyuduğu heffalump fil (ayı winnie'nin arkadaşlarından biri) var, onun hakkında konuşuyoruz. rüya filin küçük yumuşak kuyruğunu tutarak ve merak ederek:

- burda kemik olmaz?
yasemin: evet olmaz (herhalde vardır ama çok yumuşak olduğu için olmaması bize daha mantıklı geliyor)

y: miinik rüüya, miinik rüüya kuyruğun neredeeee?

rüya eliyle poposunu göstererek,

- yüyaların kuyruğu olmas. çocukların kuyruğu olmas. fillerin olur.

...

rüya: bu dün gece uyumadı biliyor musun?
y: niye?
r: baksana gözleri açık, gözlerini hiç kapatmadı

devamında başka tatlı şeyler de söyledi, o sırada unutmayım diye düşünmüştüm ama şimdi üzerinden henüz bir saat bile geçmemişken dedikleri aklımdan uçtu, gitti.

kahvaltıdan sonra rüya çok sevdiği pembe üzerine beyaz kalpli polar hırkasını giyerek evden çıktı, sonra geri dönüp kuzenimin çocuklar için gönderdiği peynirli ev yapımı poğaçalardan bir tane daha istedi, bana birkaç defa baybay dedi, babasının elinden tuttu, merdivenlerden indi ve okula gitti.

eee ne var şimdi bunda... bilmiyorum. hayat bana böyle anlarda her zamankinden daha hoş geliyor o kadar. bu kadar basit işte rüyaların kuyruğu olmaz.

*

cem rüya kadardı:
eeee noolmuş yani... bilmiyorum. hayat bana böyle bir anda her zamankinden daha tatlı, daha yaşanılası geliyor, o kadar. bu kadar basit işte salyangozlar tişört giymezler.

Wednesday, November 13, 2013

bu hafta

bu filmi gördüm. film kafamda dönmeye devam ediyor. ah mine'l-aşk.



başka sinema'yı duydunuz değil mi? beyoğlu sineması'nın fuayesi bugünlerde başka sinema sayesinde festivallerdeki gibi kalabalık. bu da bir nevi festival. bu ay hayatboyu ön gösterimine ve adele'e (mavi en sıcak renktir) gittim. bir de frances ha'ya gitmek istiyorum, umarım devam eder. aralık ayı programı da gayet sevindirici. takip edin, kaçırmayın. anadolu yakasında iki sinemada ve ankara'da da var.

... İstanbul’da üç, Ankara’da bir salon olarak faaliyete giren oluşum, her şeyden önce festivallerde hıncahınç dolan fakat piyasa gösterimlerinde nedense ışıltısı sönen ilginç küçük filmlerin, farklı hikayelerin, dev yapımlarla yarışamayacak yapımların pırıltısının yaşamasını sağlayacak... fatih özgüven/asgari seyirci mutluluğu...


bu kitabı hayal ettiğim gibi bir oturuşta olmasa da okudum ve yazarın yeni kitabını beklemeye başladım. yalçın tosun'un öykülerindeki tekinsiz havayı seviyorum.



kapağından etkilenerek aldığım büyükler ölünce toprağa gömülür'ün sonuna geldim. kapağının vaadettiği kadar iyi bir kitap. '60larda eskişehir'de yaşayan cem yaşlarında bir çocuğun gözünden aile ve hayat. kimileri çocukluğa özenir; ne güzel, dertsiz tasasız bir dönem der, öyle mi gerçekten? ben hiç özlemem hatta çocukluğumu hatırlamak bile istemem. çocuk olmak kolay bir şey değil.



arkadaşımın gönderdiği link sayesinde çok güzel bir blog keşfettim: okuyan kadınlar.


Tuesday, November 12, 2013

sanat romanı diye bir şey yok!

büyük kitapçı zincirinin geniş metrekareye yayılmış dev mağazalarından birindeyim. fonda her zaman olduğu gibi kitaplara bakarken duymak istemeyeceğiniz türden bir müzik. aylardır üzerimden atamadığım yorgunluk yine üzerimde, o an için sahip olduğum kısıtlı ev dışı zamanda yapacak daha eğlenceli bir şey bulamadığım için ayakta durmaktan bitap, isteksizce yeni çıkanlara bakıyorum. sağımda genç bir kadın, elinde seçtiği birkaç kitap, biraz şaşkın, biraz kararsız, benimle birlikte raflara bakmakta. aklımdan "şuradan sevdiğim birkaç kitabı önersem" diye geçiyor, öyle bir hali var çünkü ama böyle şeyler için gereken girişkenlik bende yok; zaten bana soran, eden de yok, neden olsun ki, o da ayrı bir konu. kadının varlığını unuttuğum bir sırada arkadan gelen konuşmayı duyuyorum:

- sanat romanı arıyordum ben
kırmızı tişörtlü mağaza çalışanı: sanat romanı diye bir şey yok!
- eeee biliyorum tabii öyle bir şey yok ama ben mesela sabahattin ali'nin kürk mantolu madonna kitabını okumuştum, onun gibi okunması çok zor olmayan, iyi bir roman istiyordum.
- sabahattin ali ağırdır aslında. (sizin için ağırdır mı demek istedi? kendisi okumuş muydu?)
- ağırdır biliyorum ama o kitap çok hoşuma gitmişti, ben çabuk okumuştum.
...

konuşmanın devamını duymayım diye kaçtım hemen o sahneden. ama kaçmadan önce eline geçirdiği küçümseme fırsatını tepe tepe kullanan çalışanın nasıl biri olduğunu görmek için arkama dönüp bakmadan edemedim. sinirli bir havayla dünya klasikleri rafından kitap seçmeye çalışıyordu. sanat romanı gibi olmayan bir şeyi isteme gafletinde bulunan müşteriye kızan mağaza yetkilisinin hangi kitabı seçtiğini ve müşterinin sonunda hangi kitapları alıp gittiğini maalesef göremedim.

*

bir keresinde kitap seçmeye çalışan bir çocuğa (nasıl olduysa) uçan sınıf'ı tavsiye etmiştim:

Tuesday, August 6, 2013

çakma anne



tam yatmaya hazırlanırken baktığım e-postalar içinde bir link. beni mi anlatıyor aceba konu başlığı ile polente tarafından gönderilmiş. çakma anne ibaresini görünce cevabım hazırdı: yok canım sen çakma anne değilsin, bildiğin standart, gerçek annesin işte, 7/24 cinsinden üstelik ama sonra linki tıkladım ve yeni çıkan kitabı gördüm, arka kapağı okuyunca evet dedim, sen çakma annesin ve ben de öyleyim, oleyy literatüre geçtik, artık bir adımız da var.

*


"Çocuklarım günün sonunda hâlâ hayatta iseler, görevimi yerine getirmişim demektir." 
-Roseanne-

Hepsi kendince birer Çakma Anne (örnekse hepsinin çocuğuyla evcilik oynarken kendini camdan atmak istemişliği var) ve hepsi komik (örnekse içlerinden biri Conan O'Brien'ın metin yazarı) dört kadın bir araya gelip bu modern zamanlar ebeveynlik rehberini ortaya çıkardı. Kitapta her annenin bir gün tadacağı kaçınılmaz kriz anlarını sıralayıp, mümkün olan en az emekle bunların üstesinden gelmenin, yarım yamalak iş çıkartıp bunu kimseye farkettirmemenin püf noktalarını paylaşıyorlar. İşte bir kaç örnek:
- Her Hafta Sonu Saat 9'a Kadar Yatakta Kalmanın Yolları,
- On Saniye Kuralı: Yere Düşen Emzik,
- Spor Yapan Annelerle Başa Çıkmanın Yolları,
- Pazarda/Markette/Alışverişte Sinir Krizleri!

Evet, bu kadınlar sizi anlıyorlar. Küçük diktatörlerinizi tanıyorlar. Ve size yardım edebilirler. 

Not: Yanında yedek emzik taşıyanlardansanız, bu kitap size göre değil. Kusura bakmayın, öyle.

"Suç teşkil edecek kadar komik." 
-Time-


*

yasemin: şu ani patlamalarım olmasa, iyi bir anne olurdum değil mi, ne güzel?
cem: e sen zaten iyi annesin
yasemin: aaa gerçekten mi? ama ani çıkışlar, yükselen sesim?
cem: sebebi var
y: ne kadar anlayışlısın, sağol, böyle düşünmene sevindim çok.
onur: annen mükemmel anne olmaya çalışıyor cem, değil mi?
yasemin: hiç de değil, ben mükemmel anne olmaya çalışmam bir kere. "bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz." gibi olacak ama "bana mükemmelliyetçiyim dedirtemezsiniz", değilim çünkü, ben o kadar aptal olamam. (yoksa, yoksa?)


ertesi gün :: dost acı söyler, iyi de eder.

yasemin: cem'le aramızda geçen bu konuşma üzerine onur bana mükemmel olmaya çalışıyorsun dedi ama öyle bir şey yok. mükemmeliyetçi tipler komik görünmezler mi, öyle değilim zaten... bla bla... vs vs..., değil mi ama?
şadan: senin kriterlerin mükemmel olmaya çalışan annelerden farklı ama klasik anlamda olmasa da sende de var bir şeyler...
yasemin: olamaz, yoksa, bi dakka... evet, yaa bazı konularda katıyım ve koyduğum standartları tutturamadığımda dünyayı kendime dar ediyorum, değil mi?
şadan: evet
y: belliydi zaten, mükemmeliyetçilerle bu kadar dalga geçmemden belliydi, ühüüü

*

gülin: cem nasıl geçiriyor tatili, ne yapıyor evde?
yasemin: cem zaten ev insanı, yengeç burçları böyle olurmuş, hiç sıkılmıyor dışarı çıksak bile hemen eve dönelim der, arkadaşlarıyla değil ama bizimle dışarlarda takılmaktan sıkılır bir süre sonra. lego, günde 2*45 dk ipad, kitap, ödev, çizim, rüya'yla oyun, satranç, çizgi film, arkadaş buluşmaları, basket, sinema derken geçiyor günler. 
gülin: sen oyun oynuyor musun peki hiç onunla?
y: eöööeeeee yok hayır... pek oynamıyorum aslında, film seyrediyoruz biz beraber

*

yasemin: ben aslında hep rüya'yla oyun oynamayı istiyorum, aklımdan geçiriyorum ama evdeki işlerden hiç vakit kalmıyor ki oynamaya. vakit kalmıyor.
onur: yok, o senin kendini kandırman. vakit ayırmıyorsun çocuklarla oyuna. hep ilgilisin çocuklarla ama oyuna gelince orda hiç olmadın sen. ben cem'le çok oyunlar oynardım ama şimdi ben de rüya'yla pek oynamıyorum çünkü o cem'le zamanında oynadığımız oyunları pek sevmiyor. sen oyun insanı değilsin.
y: değil miyim?
o: yok, değilsin, hiç olmadın ki...
y: evet, biliyorum. çok kötü yaaa, keşke olsaydım. olmaya çalışacağım.
o: yas, o zor biraz. o kadar da kötü bir şey değil zaten. sen hep idle parent olmaya çalıştın ama o da değilsin tam, çünkü her zaman onlarla ilgilisin, ilgin çocuklar ayaktayken hep onlarda, uzaktan uzaktan da olsa. hiç yatıp da bir şey okuyum demiyorsun.
y: demiyor muyum, diyemiyor muyum? izin vermiyor ki rüya, ne kadar isterdim... tamam, oyun oynamayı sevmiyorum ama o uyanıkken keşke bir köşede kitabımı okuyabilseydim, çok isterdim bunu. benim hiç böyle bir şansım yok. herkesin çocuğu koyun, benimki keçi... (başladık yine. hiç değişmez bazı şeyler.)

*

bunların üzerine hatırladım, cem 2 yaşındayken daha dürüstmüşüm:

alev: çocuklarla oyun oynamak önemli, sen hiç oynuyor musun cem'le?
y: valla ben oyun oynamaktan sıkılıyorum. sevmiyorum kardeşim. ama kitap okuyorum çok, öyle böyle değil çok okuyorum, o da dinlemeyi seviyor. benim sıkılmadan yapabildiğim bir şey bu, öbüründen sıkılıyorum, çocuk da anlar bunu hemen, öyle oynayacağıma kitap okurum ikimiz için de daha iyi.
alev: oyun oynamak da gerekli ama
y: oynayamam ki ben, fenalık basar.

*

bunu okumak isteyenler (yarın gidip alıcam)

bunu da sevmişti (ama olmayı başaramamıştı):

Tuesday, July 2, 2013

tatilin istanbul'daki ilk günü

öğlen
bilen bilir yazdan hiç hazzetmem. uzun günleri değil uzun geceleri, sıcağı değil soğuğu severim. önümüzde uzanan 2,5 aylık yaz tatili ise tüy dikiyor sevmediğim bu sıcak mevsimin üzerine. ama karamsar değilim, en azından bugün değilim. istanbul'a dün gece geç saatte döndük. eşyaları eve taşırken yağmur bastırdı. güzel karşılama. çocuklar hemen uyudular. biz de balkonda yağmuru izleyerek eve dönerken aldığımız biraları içtik. iyi bir başlangıç.

bugün çok geç uyandık. geç kahvaltı öğle yemeği saatine denk geldiği için bugünlük bir öğünden yırttım. şimdi mutfak masasında bunları yazarken ben, cem tüylü ve öfkeli kuşlar hakkında 50 gerçek hikaye kitabını okuyor, rüya yere serdiği masa örtüsünün üzerinde atıyla oynuyor. bir gün de böyle geçiyor, gidiyor. güzel aslında.



*

akşam 
öğleden sonra cem'e rüya uyuduktan sonra birlikte film izlemeyi teklif ettim, sevindi. aklımda mubi'de gözüme çarpan koyaanisqatsi'yi izlemek vardı. filmi yıllar evvel onur'la izlediğimizde çok etkilenmiş, ilerde cem ile birlikte bir kez daha izleriz diye konuşmuştuk. o günün bugün olduğunu düşünmüştüm ama değilmiş maalesef.

cem rüya'yı uyuttuktan sonra (evet, rüya'yı bazen cem uyutuyor) sevinçle "hazır mıyız?" diye sordu. filmden önce fragmanı gösterdim. cem başka bir film izleyelim dediyse de, "bu film önemli, çok farklı, görmelisin" diye ısrar ettim, itiraz etmedi, biraz gönülsüzce de olsa izlemeye başladı. ilk 10 dakikadan sonra dikkatini vermiş, filmi alışkın olmadığı temposuna rağmen takip edebilmeye başlamıştı. ne olduysa 30 dakika civarında oldu, önce "ben çok üzüldüm, ağlıycam" dedi sonra gözleri doldu. filmi büyük bir pişmanlıkla durdurdum ve hemen aklıma şu post geldi, yorumlarda çokbilmiş ve müge'nin dediklerini hatırladım ama artık çok geçti. o zaman dedikleri üzerinde düşünmüştüm ama onlara katılmamıştım, haklılarmış. halbuki o kitabı okuduğumuz sırada da endişelenip başını yastığa gömmüş cem. didaktikliğim ağır basmış, anlamamışım.

filmi durdurduktan sonra biraz konuştuk. "en başta kimse yoktu, ortalık bomboştu ve sonra geldiler, bozuldu" dedi, başka da bir şey diyemedi üzüntüden. ben de "en baştan seni dinleseymişim keşke, bu filmi daha sonra bir zaman izlerdik" falan diyebildim ancak. ağırlaşan havayı dağıtmak için ne yapabileceğimi düşünürken "biraz kitaplara bakalım mı?" diye sordu. yaklaşan doğumgünü için kitap seçip sipariş verdik ve yarın akşam bugün isteyip de sayemde izleyemediği e.t.'yi izlemeye karar verdik. bu filmi ben de onun yaşındayken izlemiştim. uyku vakti geldiğinde "bir el solo test oynayıp uyuyacağım" diyerek odasına giderken mutlu görünüyordu.

Friday, May 31, 2013

kahveyi fazla kaçırdığım bir geceyi sabahlayarak bitiriyorum. kahveyi sabah, çayı akşam içmeye alışığım, neden bozdum ki sırayı, bakalım bu uykusuzluk cuma performansımı nasıl etkileyecek? neyse ne yapalım, hazır fırsat, geceyi ne zamandır okumadığım köşelerin arşivlerinde dolaşarak geçirdim. gazete okumasam da sevdiğim yazar arşivlerine uğrarım bazen. bu ziyaretleri daha çok böyle uzun ve sessiz gecelerde yapıyorum. bu arada bir de kitaba başladım.

gün ağardı, herkes hala uyuyor, dışardan değişik kuş sesleri geliyor. gün gelir de buralarda bu sesleri bir daha duyamazsak diye korkuyorum.

*

"...
Ama içki masası gerçekten bir terbiyedir. İçki sofrasında, yetişkinlik yolunda bir insan olarak çok şey öğrenirsiniz; nasıl dostluk edeceğinizi, masanın kendisinden kaynaklanan bir hoşgörüyü, sohbeti, bilemediniz zekice atışmayı… Esas konu şu bence: Muhafazakârlığın ‘içkisiz’ çeşidi, şehirliliğin, şehirde birlikte yaşama âdâbının vazgeçilmez parçası olan şeyleri, meydanları, sinemaları, içki içme âdâbını ortadan kaldırmaya, silmeye çalışırlarsa başarılı olacaklarını sanıyor. Daha da gafilce olanı bundan bir hayat tarzı çıkacağını hayal ediyor! Bu anlayış için aslında bütün kötülüklerin anası olan şey içki değil, en çok şehirde gelişen omuz omuza yaşama, birbirini hoş görme, birbiriyle hoş geçinme âdâbı, zevki… "

tamamı

Monday, May 27, 2013

müşteri hizmetleri

rüya eylül sonunda doğduğu için minik bebekliği kışa denk gelmişti, yenidoğan bebekle alışverişe çıkmak istemediğim ve onu bırakıp çıkacak kimsem olmadığı için kumaş bez, patik, badi, bebek çantası, pişik kremi, bebek şampuanı, ilk adım ayakkabısı ve ahşap oyuncaklar gibi ürünleri o dönemde bir alışveriş sitesinden almıştım. aldıklarım kısa sürede kapıma kadar gelmelerinin yanı sıra indirimli olarak satıldıkları için de avantajlı oluyordu. bu sitenin yetkilisi ile geçenlerde aramızda şöyle bir telefon konuşması geçti:

x: iyi günler yasemin hanım, ben ...'dan arıyorum. uzun zamandır web sitemizden alışveriş yapmadığınızı tespit ettik, doğru mudur?

y: evet, doğru. neden sordunuz? (içimdensuç mu işlemiş sayılıyorum?)

x: sebebini öğrenmek istemiştik

y: bir sebebi olması ve bunu size söylemem mi gerekiyor anlayamadım. ihtiyacım olmamıştır, yapmamışımdır. başka ne sebebi olabilir?

x: sitemizden uzun süre alışveriş yapmadığınızı görünce bizden kaynaklanan bir sebep olmuş mudur diye merak ettik. eğer olduysa nasıl telafi edebileceğimizi öğrenmek isteriz.

y: hayır, sizden kaynaklanan bir sebep yok. ihtiyacım olmadı, o kadar.

x: peki sitemizden yeniden alışveriş yapmaya başlamanız için bizim yapabileceğimiz herhangi bir şey var mı?

y: yok. biliyorsunuz bebekler büyüyorlar, büyüyünce bebekliklerinde olduğundan daha az alışveriş yapılıyor, ilk zamanlar almış oluyorsunuz ihtiyaçları, tamamlanmış oluyor yani. en azından bizim evde böyle oldu. bir gün ihtiyaç olursa belki yeniden bir şey alırım ama bunun için şu anda sizin beklemek dışında yapabileceğiniz bir şey yok. zaten sizin ürünler daha çok bebeklere yönelik değil mi?

x: peki, oldu o zaman. anketimize cevap verdiğiniz için çok teşekkür ederiz yasemin hanım

*

Thursday, May 16, 2013

bugün :: manzara, vişne ağacı ve kitap


bugün nicedir ilk defa kendime ayıracak 1-2 saatim oldu. günlerdir arabayı aynı yere park ediyordum ama bugüne kadar çevreye bakacak fırsatım olmamıştı. dümdüz yürüsem, orada ne vardır dedim ve yürümeye başladıktan sadece bir dakika sonra bu manzarayla karşılaştım.

yıllar sonra yeniden bir manzaraya karşı nefesim kesildi. ağzım gerçekten açık kaldı, gözlerim doldu, taştı. oradan ayrılmadan evvel çektiğim ve size gösterebildiğim fotoğraf maalesef gerçeğinden çok uzak. karşımda göz alabildiğine uzanan boğaz, sabah güneşiyle parlayan deniz ve tek tük balıkçı tekneleri. öğrencilik yıllarımdan sonra belki de ilk defa istanbul'da olmanın böyle bir şey olduğunu yeniden hissettim. öğrenciyken istanbul'un en güzel yerlerine giderdik, daha önce hiç binmediğimiz belediye otobüslerine biner şehir turları yapardık. taşradan geldiğimiz için her şey, her yer yeniydi bizim için. böyle büyülendiğim manzaraları ilk o zamanlar görmüşümdür. muhteşem bir şehir burası. çoğu zaman kaosu ve karmaşasında yutulup gidiyor olsam da değer buna.


bugün cem'i okuldan aldıktan sonra mutfak alışverişi için hemen her gün uğradığımız dükkanın önündeki ağaçtan sallanan vişneleri farkettik. biz daha ağacın vişne ağacı olduğunu bile bilmezken bazı vişneler olgunlaşmıştı bile. çocuklar tatmak isteyince ağacın altında bir süre mola verip dalından kopardığımız vişneleri yedik. çocuklar için bir ilkti dalından meyve ve hatta sanırım vişneyi de ilk kez tatmış oldular. beğendiler. rüya tekrar tekrar yemek istediği için bir türlü ayrılamadık ağacın altından. şehrin ortasında bugüne kadar farkına bile varmadığımız yüklü mü yüklü bir vişne ağacı.


cem okumayı öğrendikten kısa bir süre sonra artık onun için kitap okumama gerek olmadığını söylemişti.

cem: ben kendi kitabımı kendim okuyabiliyorum artık, bana kitap okumana gerek yok.
yasemin: yaa? emin misin, ben yine de okuyabilirim istersen.
c: istemiyorum.

net. oysa ben çocukken sevdiğim veya yeni çıkan merak ettiğim kitapları onunla beraber okumaya bayılıyordum. bundan 2 sene sonra, bu ders yılının başında ilgimi çeken bir kitabı birlikte okuyup okuyamayacağımızı sorarak şansımı denedim ve olumlu yanıt aldım. böylece yeniden okumaya başlamış olduk. bu gece bitirdiğimiz kitap buydu. ikimiz de severek ve eğlenerek okuduk. ilkokul çağındaki çocuklara ve büyüklerine öneririz.

Wednesday, May 15, 2013

uzlaşma


çocuk (bir yandan birkaç taç yaprağını kopararak): emre emre, gel şu dinazor çiçeğine baksana
emre: dinazor çiçeği değil o, aslan çiçeği
çocuk: bence dinazor çiçeği
emre: ama eğer üfleme çiçeği olsaydı aslan çiçeği olurdu
çocuk: evet o zaman aslan çiçeği olurdu. bu papatya
emre: evet, papatya.

okul bahçesindeki hayatım sona erince bu naif  konuşmaları duyamayacağım. bu arada bahçede yanıma oturan, bana selam verip geçen ve sorular soran çocukların sayısı artıyor; mutluyum.