Showing posts with label slide. Show all posts
Showing posts with label slide. Show all posts

Thursday, December 16, 2010

sling :: hug-a-bub

cem ilk aylarında puseti ve evde bile kucağım dışında bir yerde durmayı reddettiği için kanguru kullanmıştım. o zamanlar slinglerden haberim yoktu. aslında sling yeni bir şey değil, çingenelerin bebeklerini gün boyu üzerlerinde taşımak için pratik bir şekilde kendilerine bağlayıverdiklerini görmüşsünüzdür, işte sling dediğimiz şeyin bundan bir farkı yok.

hamileyken doğumdan sonra sling kullanmayı istiyordum. o dönemde slingler hakkında biraz araştırma yapmış farklı sling modelleriyle karşılaşmıştım. hangisini seçeceğimi, nasıl karar vereceğimi sorduğumda hepsini deneyip ona göre karar vermemi öneriyorlardı. bütün slingleri, üstelik içine bebeği de koyarak nasıl deneyecektim? tek omza takılan babasling tarzı slingler, bağlama derdi olmayacağı için bana uygun gibi gelmişti ancak onların da bebek kilo aldıkça ağırlığı taşıyan tek omzu zorladığını duydum. sonunda bebeğim doğmadan sling almamaya karar verdim, bebeğin huyunu suyunu anlayıp modeli ona göre seçecektim belki bebek hiçbir slingi istemeyecekti. o zaman böyle düşünmüştüm ama şimdi sling sevmeyecek bir bebek olabileceğine ihtimal vermiyorum. rüya 2 ay boyunca benim uyanık olduğum hemen hemen tüm saatleri sling içinde geçirdi ve slingi hala cok kullanıyoruz, öyle ki hamileliğim 4 trimester sürdü diyebilirim.


sling konusunda danışmanım ışıl oldu. ilk görüştüğümüzde 7 aylık hamileydim, hangi slingi alsam diye sorunca bana derin büyüdüğü için artık kullanmadıkları hug-a-bub'ı verdi. verirken de nasıl bağladığını ve bebeğini nasıl yerleştirdiğini gösterdi. sling kullanmaya hevesliydim ama ışıl gösterirken o model slingin (wrap sling) kullanımı gözümü korkutmuştu. acaba bebeğim doğduğunda bağlanışını hatırlayabilecek miydim? ışıl unutursam internetten videolarını bulup izleyebileceğimi söyledi. yenisini alacak olanlar için söyleyim, slingin içinden kullanım cdsi çıkıyor. bağlamayı beceremeyip en baştan pes etmekten korkuyordum ama hub-a-bub'ın web sitesindeki fotoğraflara bakarak slingi kolayca bağladım. bir kere bağladıktan sonra da tekrar fotoğraflara bakma ihtiyacı duymadım. bu model slingler ilk bakışta ne kadar zor bağlanıyor gibi görünseler de bağlama işi ilk denemeden sonra hemen öğreniliyor.


sling rüya'nın dünyaya alışmasında çok etkili bir araç oldu çünkü ana rahminden sonraki ilk günlerde en rahat ve huzurlu pozisyon anneye olabildiğince yakın durmak. rüya slingdeyken uykularına kolayca daldı, uzuuuun uzun uyudu. ağlamaya başladığında slinge koyar koymaz sakinleşti (hala da öyle). ben slingin sütümü arttırdığına bile inanıyorum. o slingde uyurken cem'le oyunlar oynadım, ona kitap okudum, yemeğini hazırladım... şimdi bunları yazarken bile rüya slingde, derin uykuda. dışarda dolaşmak da slingle pusetle olduğundan çok daha kolay, hele de istanbul kaldırımları düşünüldüğünde. ancak rüya biraz fazla ağırlaştı son zamanlarda, artık dışarı çıkarken puset kullanıyorum aksi takdirde belim çok ağrıyor. bu sıkıntıyı belki herkes yaşamıyordur, benim belim zaten biraz nanemollaydı. wrap sling ağırlığı bele değil omuzlara ve sırta dağıtan bir model olmasına rağmen bebek büyüdükçe ağırlıktan bel de nasibini alıyor, özellikle uzun yürüyüşlerde. diğer slingleri denemediğim için bilemiyorum (siz de tecrübelerinizi yazarsanız sevinirim) ama hug-a-bub'dan çok memnun kaldık biz. ne kadar teşekkür etsem azdır ışıl'a :)


yorumlara yazdığım bir notu buraya da eklemek istedim, unutmak istemediğim bir detay:

"anne kaleminden, ben de cem'de bilmiyordum slingi, onda şimdi zararlı olduğu söylenen kanguruyu kullanmıştım. cem'le başka türlü dışarı çıkmak olanaksızdı. rüya'da ise uykusuz gecelerin çözümü sling oldu. slinge girer girmez demeyim de, max. 10 dakika sonra uyuyordu. hep -di, -dı diyorum, henüz 2,5 aylık olmasına rağmen ama o ilk zamanlarda, daha onun nasıl rahat edeceğini bilemediğim keşif günlerinde çok rahatlatıcıydı sling. şimdi ise biliyorum sling ikimizin de en sevdiği ürün. rüya slingi elime aldığım zaman gülmeye başlıyor, hevesle bekliyor ve bağlama işim bitince bana gelmek istediğini mimikleriyle, kollarıyla belli ediyor :)"

Friday, May 29, 2009

şehrin ortasında böyle bir yer



burası validebağ korusu. koşuyolu'nda. iki ay önce keşfettim. şadan sabahları koruda yürüyüş yaptığını söylediğinde "ne korusuymuş bu?" diye merak edip bir gün peşine takılmaya niyetlenmesem korudan belki de hiç haberim olmayacaktı. yakın olmasına rağmen sık geçtiğim bir semt değil koşuyolu. bir sabah yürüyüş için şadan'la beraber gittik koruya, gözlerime inanamadım. istanbul gibi bir şehrin ortasında, kilometrelerce yol gitmeden ulaşabileceğiniz yemyeşil bir yer burası. kendi çapında orman. giderseniz sultan abdülaziz'in kız kardeşi için yaptırdığı adile sultan kasrı'nı da görebilirsiniz, şu anda öğretmen evi olarak kullanılıyor ancak tadilatta. biraz geride yine abdülaziz tarafından yaptırılmış bir av köşkü bulunuyor.

validebağ korusu nasıl olmuş da bugüne kadar böyle kalmayı başarmış ve daha ne kadar süre böyle kalır bilinmez. tahmin etmesi zor değil, koru tehdit altında. burda 10 yıl önce daha geniş bir çayırlık varmış ama birtakım bloklar tarafından bir kısmı işgal edilmiş. blokları fotolara dahil etmemek için epey uğraşmıştım, gizlemeyi başaramadıklarımdan birini ekliyorum. burası 1. derece doğal sit alanı ama söz konusu şehir istanbul olduğu için birilerinin sit mit dinlemeyip bi gün kalan bu yeşilliği talan etmeyeceğinden asla emin olamayız.

korudan haberdar ettiğin için teşekkürler şadan.

Thursday, February 19, 2009

ben nasıl oldum anne?

sizi bilmem ama ben cem'in geçen gün sorduğu nasıl oldum sorusunun cevabını 12 yaşımı bitirdiğim yaz, yazlıktaki erkek çocuklar (ergenler, adolesanlar?!) aralarında konuşup gülüşürlerken duydum da öğrendim. önce yanlış anladım sandım, "yok canım herkes öyle yapmıyordur" diye düşünmeye çalıştım ama sonra (nedense o an bana çok acı gelen) gerçekle yüzleşmek zorunda kaldım, bebek işte şu aşağıdaki sayfalarda gördüğünüz gibi yapılıyordu.


cem geçen yıl başladı bu konuda sormaya. çocuklar aynı şeyi sorar dururlar işte böyle, hele de biz anlatmaya pek istekli değilsek. bir de cevabın kendisinden çok cevaplarkenki halimizden çıkarırlar sonucu: sıkılıyor muyuz, sormasını istemiyor muyuz, utanıyor muyuz, rahat mıyız... o anki ruh durumumuza göre algılar çocuk konuyu, soru ne olursa olsun böyledir bu.

ben çocukken aldığım cevapla 9 yıl kadar idare etmiştim: "bebekler anneleriyle babaları istediği zaman dünyaya gelirler." çok da yanlış değil belki ama epey eksik bir bilgi. peki ya istenmeden dünyaya gelen çocuklar? ya da istendiği halde gelmeyenler? iş istemekle bitmiyor o zaman.

slaytların arasına koyduğum sayfalardan birinin hatırlattığı bir anım var: 9-10 yaşlarındayım, tv karşısına dizilmiş anne, baba, hala, enişte, ortalıkta takılan 1-2 çocuk, biri ben. dallas türevi bir şey izleniyor, bir öpüşme sahnesi geldi. normalde sormaya cüret edemezdim de odada halayla enişte de olunca soruverdim, cevabın "hayır" olduğundan adım gibi emin:

- türkler de öpüşür mü böyle?

güldüler, pek bi cevap gelmedi, neden olmasın gibi birkaç kelam edilince madem komik buldular kızmazlar zihniyetiyle "siz de öpüşüyor musunuz dudaktan?" diye sordum, yine güldüklerini görünce anladım ki bu sorunun cevabı da hayır değil.

ideal türk insanı hakkında nasıl bir model çizilmiş acaba kafamda o yıllarda: kahraman, yenilmeyen, yenen, misafirperver, küçükleri seven, büyükleri sayan, öpüşmeyen, sevişmeyen, edepli... türkler'in öpüşme-sevişme gibi edepsizliklerle işi olmadığını sanırken gerçeği öğrenince nasıl şaşırmıştım. şimdiki çocuklar bunların ayıp, utanılacak, edepsiz şeyler olmadığını en güvenilir kaynaklarından, ana babalarından öğrenseler. sormuyorlarsa tafsilata gerek yok da, sormaya başladıklarında soruları geçiştirilmeden, yaşlarına uygun şekilde, yalansız-yanlışsız cevaplanmalı yoksa konuyu doğallığıyla anlamaktan uzak büyüyorlar. bu toplumun cinselliği ve kadın erkek ilişkilerini algılayışındaki hasarların, çarpıklığın en önemli sebebi, yetişkinlerin çocukları yanlış bilgilendirmesi ya da bu tür sorularını geçiştirmesi hatta bu konularda soru sorulmasını yasaklaması. geldiği gibi gitmesin, ayıp deyip geçiştirmekten biz vazgeçiverelim o zaman.

şimdi cem her çocuk gibi ara ara yoklama yapıyor, ben nasıl oldum, bebekler annelerinin karnına nasıl girerler, ordan nasıl çıkarlar... e araba motorlarının nasıl çalıştığını detaylı anlatıyoruz dinliyor, yağmur neden yağıyor, rüzgar nasıl esiyor, çöpler nasıl geri dönüştürülüyor, kediler karanlıkta nasıl görüyor... (tübitak sağolsun!) merak ettiği şeyleri biz anlatınca ya da kitaptan okuyunca anlayan çocuk bunu niye anlamasın? neden hemen ayıp diyoruz iş cinselliğe gelince? ayıp mı gerçekten? biz de mi ayıp olduğunu düşünüyoruz yoksa belli bir yaşa (mesela evlenene!) kadar mı ayıp olduğuna inanıyoruz? çocuk sormaya, merak etmeye başlamış... o zaman ayıp değil. sormasa da ayıp değil gerçi... of. kendi kafamızı bi düzeltelim önce.

bizde henüz cem'in kitaplığında durmayan bir kitap var, cinselliği anlatan sayfaları az önce burdan ekledim. bu kitap konuyu çocuklarla konuşurken işe yarayabilir. cem geçen seferki konuşmadan sonra konuyu tekrar açmadı ama yine soracağını biliyorum. bi gün sordukça daha fazla soracak, o zaman da şimdilik beklemede olan bu kitap kitaplığın rafındaki yerini alacak.

Thursday, January 15, 2009

cem'den kapkek tarifi


12 ocak 2009, pazartesi
cem geçenlerde kapkek istemişti. bugün haftasonu etkisini gösteren soğukalgınlığını atlattığından emin olmak için yuvaya götürmedim. öğleden sonra kendi kapkekini kendisi yapmak üzere mutfaktaydı; un karışımı paketini makasla kesmekten fırını yakmaya her adımı kendisi yaptı. tarif ve altyazılar için fotoğraflar geçerken mausu yaklaştırın.

ek gıdalara geçtiğimiz zaman yemek konusunda müşkülpesent bir çocukla karşı karşıya olduğumu anlamıştım gerçi sadece anne sütüyle beslenirken bile prensipleri vardı cem'in: emerken kimse konuşmayacak, etrafta yürümeyecek, ben kımıldamıycam, mutlak sessizlik, cem süt içiyor, nefesler tutulacak yoksa ağlar, küser, emmeyi bırakır, birkaç saat boyunca da boykot, emzirmek mümkün değil, aç durur... şimdi kuralları yumuşadı belki ama yine yemeği tam istediği şekilde pişmiş olmalı; yemekte dereotu, maydonoz, hiçbi ota izin yok, biraz fazla pişmişse iptal edebilirsiniz o öğünü sonra baharat ayarı hep aynı olacak, tabağındaki soğuk olmayacak ama sıcak da olmayacak... ufacık bir ayrıntı yüzünden yemekten vazgeçebilir. yemeği gerçekten beğendiği bir gün "biliyorum bana bir yemeği beğendirmek zor ama bu güzel olmuş" dedi. durumun farkında ve geribildirimde kusur etmiyor neyse ki. madem bu kadar zor beğeniyor ve neyi beğeneceğini de iyi biliyor o zaman bu durumdan yararlanmanın bi yolunu bulmalı: cem'in ilerde mutfağı sevmesi, yemeğini istediği şekilde pişirmesi, farklı tarifler denemesi, kendi tariflerini yaratması, bize de tattırması için mutfağa alışması iyi olur, hem mutfak benim gibi tembel biri için bile eğlenceli bir yer. insanın her gün çok hevesli olmasa da, kendi yemeğini pişirmesi, yaratıcılığını harekete geçirmesi, evdekilerin karnını doyurması hatta sadece evi saran güzel kokular için bile mutfağa girmesi iyi bir şey. cem'i baştan sona kendi yapabileceği tarifler için sık sık mutfağa davet ediyorum; ben tarifi okuyorum, fotoyla ilgileniyorum, o malzemeleri hazırlayıp tarifi uyguluyor. kolay tarifler dedim. zor olursa cem kızıp bu işten temelli vazgeçebilir, bu işin aslında hiç de eğlenceli olmadığını sanabilir, devam etmesi için zorlanmaması daha doğrusu yılmaması gerekiyor; tarifler o ustalaştıkça zorlaşır. ne diyordum, son olarak pişenleri çizgi film izlerken yiyoruz, karşı komşumuz saadet teyze'ye, öğretmenine, misafirlere ikram ediyoruz.

Wednesday, November 26, 2008

ankara


geçtiğimiz cuma, haftasonu için yataklı trenle ankara'ya gittik. her sene yataklı trenle böyle bir sefer yapıyoruz, cem bunu seviyor. ankara sonbaharda çok güzel, tek sorun soğuğunun gerçekten çok soğuk olması. anadolu'nun bağrından kopup gelmiş olsam da 15 seneden fazladır istanbul'da yaşadığım için kara iklimi artık bana çok sert geliyor.

ankara'ya çocukla seyahat ederseniz, benim önerilerim:

* yataklı trenle gidin. çocuklar için şenlikli oluyor, önce biraz yemekli vagonda takılabilirsiniz. dönüşte cem yemekli vagonda uykuya dalmaya karar verdi, ben de dün bahsettiğim üç maymun kurgu günlüğünü okurken bi şeyler içtim. ucuz. bi tek attıktan sonra gidip uyursunuz, umarım kompartımanınız fazla sıcak olmaz. trenlerdeki tek sorun bence ısının bir türlü ayarlanamaması, onun dışında gerçekten rahat. mışıl mışıl uyuyor cem alt katta. 

* ankara tren garı: tren garları havaalanlarından ve otogarlardan daha güzeldir.

* kuğulu park: simit alırsanız hem kuğu, ördek, güvercinleri hem de kendinizi besleyebilirsiniz. çocuk bahçesi mevcut, oraya da uğramak şart.

* dost kitabevi: öğrenciliği ankara'da geçen onur'un nedense istanbul'da bir benzerini bulamadığını söylediği dost'a uğramadan istanbul'a dönülmez.

* botanik parkı: çocuk bahçesinin ordaki sarı ağacın altında oturmak için gitmek istiyordum, vaktimiz olmadı.

* ulus'taki uludağ kebapçısı: sigara içilmeyen katı ve oyun odası var. cem bi şey yemedi ama biz yerken gitti odadaki diğer çocuklarla oynadı. iskenderseverler için lezzetli ve rahat yemek.

pazar günü onur'la abisi trabzonspor maçını izlerken meltem bizi bilkent'te gezdirdi. cem yengesinin odasını gördü, ders verdiği sınıflara girip çıktı, bahçede uzun bir yürüyüş yaptı; o koştururken ben pembe panter elimde ağaç altında dikildim. okul demişken çocuğunuzla mezun olduğunuz okula gitmek de fena fikir değil, ağaçlıklı kampüsleri orman diye yutturabilirsiniz yavruya.

bu yılki ankara gezimizde cem'le ikimiz sardunya'nın evine davetliydik ancak ben cem'i uyurken amcasıyla yengesine bırakıp tek başıma gittim, oturup rahat ve kesintisiz konuşabilelim diye. kaplumbağa da uyuyunca saatlerce konuştuk. 

ankara'da çocukla/çocuksuz gidilebilecek yer önerileriniz varsa siz de bana yazın, bir dahaki sefere yeni yerler görelim.

Thursday, October 9, 2008

eylül'de olimpos


eylül'ün son 5 günü olimpos'ta, bir zamanlar kafada volkmen ve binbir düşünce ile tek başıma oturduğum kıyıdan şimdi cem'i izliyorum.

burası eskiden (çok eskiden, ben öğrenciyken) kalabalık olmazdı, galiba artık yazları kalabalık oluyormuş. ben yıllardır sadece sonbaharda geldiğim için o halini görmedim; diğer yerlerden daha kalabalık olduğunu sanmıyorum.

burası türkiye'nin en uzun sahili (veya sahillerinden biri) olduğu için dipdibe olmama şansına sahibiz, yine de tatilimizi minimum insan, bina ve sesle geçirmek istediğimiz için yılın denize de girilebilen en tenha zamanında olimpos'ta olmaya çalışıyoruz. bu yüzden bayramdan 4 gün önce ordaydık. bayramın ilk günü sahildeki lokantalardan birinde, yeni gelen arkadaşlarımızla son saatlerimizi geçirirken, şezlongların tümü dolu görünüyordu. bayramdan önceki günlerdeyse pek kimse yoktu, denizin tek sakininin cem olduğu anlar boldu. ne güzel her gün denize girdik. her yer gibi olimpos da tenha ve sakinken, eylül'ün sonunda en güzel.

Sunday, September 7, 2008

geçen hafta

elifler dün amsterdam'a döndüler. cem'in ali ve lale'yle geçirdiği bir haftadan kareler:

Tuesday, August 26, 2008

assos


assos serin, sessiz ve sakin. deniz buz gibi, cam gibi de berrak. etrafta "tesis" yok sadece zeytin ağaçları, altında yatıp kitap okuduğum mis kokan incir ağaçlarından arada kafama düşen incirler, mor üzüm salkımları, sardunyalar; çocuklardan biri göstermese başımı kaldırıp bakmayı akıl edemeyeceğim gökyüzünde parlayan milyonlarca yıldız ve şansımıza hafta boyunca seyrettiğimiz mehtap. tam karşımızda da midilli. tatilden beklediğimiz ne varsa hepsi burda*. doğal, küçük, huzurlu, tenha, sessiz.

sessiz evet, müzik bile yok ki bu çok iyi. tek gürültü kaynağı günde 2 dondurma hakkı, hadi buna eyvallah ama dondurmaları yemekten önce yemek gibi sebeplerle yaygarayı koparan cem oldu, neyse ki tatilde sükunet arayan insanların geldiği bu yerde cem'in patlamalarının sayısı sabah-öğlen ve akşam max. 1 olmak üzere günde 3'ü geçmedi. bugünlerde cem'e istediği bi şey olmadığında veya istemediği bi şey olduğunda bağırmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum ama pek bi yol katettiğim söylenemez, böyle anlarda çok asabi bir çocuk oluyor ve gözü pek (hiç) bi şey görmüyor. kime çekmiş aceba?! 

cem bu tatilde grup halinde dolaşan çocuklardan biriydi, denize arkadaşlarıyla girip çıkan, yemek yerken ya da uyurken oyuna katılması için çağrılan, ordan ayrılırken telefon numarası istenen. vay be. geçen sene bile bu durumdan çok uzakta bir yerlerdeydik. bir de öğlen uykularında ilk 2 gün bebek telsizini kullanmaya çalıştık, uyandığında gidip odadan alalım diye. ilk gün "baba ben uyandım" demiş, ikincisinde telsizi fişinden çekmişti sonuçta her ikisi de işe yaramıştı, bağlantı kopunca bizdeki parça sinyal veriyor çünkü. 3. günde telsizde bir sorun çıktı, ben de "uyanınca gel bizi bul gerek yok artık buna" dedim, cem kendisinden beklenmeyecek bir uysallıkla bu teklifi kabul etti (ama tek şartla, kalkınca odadan tişörtsüz çıkamazmış, uyandığında giyinmekle uğraşamayacağı için de yatarken üstünde tişörtü olmalıymış) ve diğer günlerde uyanınca sandaletlerini giyip odadan çıktı, nerdeysek, bazen babasının tişörtünün rengini uzaktan seçerek bazen de artık tanıdık hale gelen motel müşterilerinin yardımıyla, bizi bulup yanımıza geldi. çok büyük bir yer değildi kaldığımız yine de herkes şaşırdı bunu yapmasına. onu uyku mahmuru odadan çıkmış sandaletleriyle bize doğru gelirken görmek çok hoşuma gidiyordu sanki evde uyanınca odasından yanıma gelir gibi; bunu da unutmak istemedim.

* imbat motel, assos/bademli köyü

Monday, April 28, 2008

yalın'la cem oyuncak müzesinde



selin 23 nisan'da oyuncak müzesi'ne gidelim, program varmış deyince gittik. ben aslında her türlü aktiviteden, kutlamadan korkarım şimdiye kadarki tecrübelerimin hemen hepsinde çok sıkıldığım için herhalde. nutuklar, şiirler, sulu zırtlak gösteriler... 

sunay akın çocuklarla büyüklerini her zamanki hevesiyle, neşesiyle misafir etti müzesinde. o gün benim en çok hoşuma giden orda halit kıvanç'ı görmek oldu. bizim zamanımızda trt'de o sunardı 23 nisan çocuk şenliğini. pek seyredemezdim töreni yani öyle hiç kalkmadan izleyemezdim, sıkılırdım, başka kanal olmadığı için trt açık olurdu, ben de gidip gelip bakardım. başka ülkeden bir çocuk gelip kalsaydı keşke bizim evde de, sonra da ben onlara gitseydim... hayaller. 

müzenin bahçesinde, bir çikolata firmasının kurduğu çikolata evdeki uzun masanın etrafında her yaştan çocuğun, seçtikleri tahta figürleri guaj boyayla boyadıkları bir aktivite vardı. yalın'la cem de birer hayvan seçtiler, en küçükleri onlardı, 10-11 yaşında çocuklar da vardı. 

gitmişken müzeyi bir kez daha gezdik, cem bu sefer çok daha fazla ilgiliydi. ilk gidişimizde oyuncakları eline alamayınca ilgilenecek bi şey yok burda diye düşünmüştü. bu sefer çocuklar oyuncakları incelediler ve en çok savaş alanlarının önünde vakit geçirdiler. eve hiç silah, tabanca sokmadık, dvd dışı bi şey izlemiyoruz, tv açılmıyor gibi bi şey, hiçbir şiddet sahnesi görmediğine eminim; yalın'ın da hiç savaş oyuncağı yok, hediye gelen tek tankı da selin ertesi gün kaldırmış ama erkek çocuklar yuvada salatalıkları, kekleri bile silah yapıp dıkşın dıkşın diye oynuyorlarmış demek olayın bu önlemlerle bi bağlantısı yokmuş, bunu da öğrenmiş olduk. bazen yuvadan dönerken yolda bulduğu ağaç dallarını tüfek yaptığı oluyor. bi keresinde parkta bir anne "biz tabi savaşın zararlarını, silahın kötülüklerini sürekli anlatıyoruz o yüzden bizimki hiç yapmıyor böyle şeyler" dedi ama önemli bir ayrıntıyı atladı "onlarınki" bebeğini parka plastik pusetiyle getirmeyi seven bir kızdı. cem'i karşıma oturtup da hakkında hiçbir fikre sahip olmadığı savaşın zararları ve silahlar hakkında konuşmadım, bu şekilde oynamaya başladığında da bir şey demedim çünkü bence hiçbir çocuk nutuk dinlemeyi sevmez zaten nutuklar işe yaramaz hatta nutuğun vazgeçmesini istediğimizi davranışı pekiştirme ihtimali fazladır. öğrenmenin yolu büyüklerin nutuklarını dinlemek olmadığına göre bazı şeyleri zamana bırakmakta yarar var. doğrusu evde sıpaydır menli bile bir nesne yok ki sıpaydır zaten galiba bir macera adamı yani silahlı, tüfekli bir varlık değil. her neyse eğer cem bir gün benden asker, tank, silah, kılıç vesaire isterse sanırım gidip alıcam, bunlarla oynadı diye şiddet ya da savaş taraftarı olacak diye düşünmüyorum, oynamayanların da sırf bu sebeple çok barışçıl olacakları yok (şahsi fikrim) ama sıpaydır isterse almam herhalde. emin olamadığım için galiba, heralde diyorum, belli olmaz, ama yok, sıpaydır almam. aklıma geldikçe ekliyorum: cem bebekken yani daha yaşına bile basmamışken sokağa gelen çöp kamyonlarının sesine ilgi duymaya, onları görmek istemeye başlamıştı, hiç oyuncak kamyonu, arabası falan yoktu daha ve erkek çocuktur ilgilenir diye ona arabalarla ilgili oyunlar yapıp sesler çıkarmaya çalışan da olmamıştı. kamyonlar, iş makinaları, arabalar, yarışlar, yırtıcı hayvanlar... ilgi alanına nasıl kimsenin bir teşviki olmadan girdiyse arada arkadaşlarıyla yaptığı o dıkşınlar da öyle girmiş olmalı. 

yalın'a anketteki en sevdiğin arkadaşın sorusunun cevabında rastlamıştık; cem'in yuvada en sevdiği 2 arkadaşından biri, cem'den 3 hafta büyük. selin ve sertan'la şans eseri yuvadaki seminerde tanıştık, arkadaş olduk, evler yakın, çocuklar mutlu, biz de mutluyuz. (konuyla ilg. bkz. http://cemuyurken.blogspot.com/2006/02/yaznn-tamam-iin-terre-hayr-aya-en.html)

not: fotoların altına küçük notlar düşmüştüm ancak siz mausla her fotonun altına gidip durmazsanız görünmüyor bu notçuklar.

http://cemuyurken.blogspot.com/2007/08/oyuncak-mzesi.html

Wednesday, September 19, 2007