Showing posts with label mim. Show all posts
Showing posts with label mim. Show all posts

Tuesday, May 29, 2012

kitap mimi :: onur

selen'den gelen kitap mimi'ni onur'a yolladım.
bunlar da onur'un cevapları:

1. Ne sıklıkla kitap okurum?

Elimden geldiği kadar. O da çok değil doğrusu, ayda 1 kitap bitirebiliyorum ama seri çizgi romanlarım olunca 1 saatte bitiyor.

2. En sevdiğim yazarlar

Alan Moore, Neil Gaiman, J.R.R Tolkien, Gündüz Vassaf, Terry Brooks, Zygmunt Bauman

3. En beğendiğim kitaplar

Yüzüklerin Efendisi (Tüm seri), Watchmen, Swamp Thing (Alan Moore), Sandman(Neil Gaiman), Sosyolojik Düşünme (Zygmunt Bauman); Cehenneme Övgü (Gündüz Vassaf); Dune (Frank Herbert)

4. Yerli-yabancı yazarlar?

Yabancı

5. Beğenilen kitap serisi

Yüzüklerin Efendisi (Tüm seri), Watchmen, Swamp Thing (Alan Moore), Sandman (Neil Gaiman),  Shannara (Terry Brooks), Dragonlance (Margaret Weis-Tracy Hickman)

6. Sevilen tür?

Fantastik, sosyoloji. 2.si sonradan oluştu. Şimdi düşününce, birincisinden sonra oldu sanırım. İnsanlar genelde fantastiği edebiyattan saymazlar. Aslında ütopya ve distopyalarıyla fantastik gerçek anlamda insanlığın hikayesini irdeler. İyi-kötü bazen siyah-beyazdır ama aslında konuya derinleştiğinizde hep rengin gri olduğunu görürsünüz. Niye insanlar böyledir? Nasıl şekillenir hayat? Özetle bu iki tür benzerdir.

7. En son hangi kitabı okudunuz?

Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup - Zygmunt Bauman

Çizgi Romanda ise Silver Surfer - 2.cilt

8. Şu an ne okuyorsunuz?

Küreselleşme - Zygmunt Bauman

9. Kitap blogları?

Bilmiyorum.

10. Kitap okumak sizin için ne ifade ediyor?

Hayallere yolculuk ve hayatı anlamlandırma çabası.

Monday, May 28, 2012

kitap mimi


selen'den gelen kitap mimi:

1. ne sıklıkla kitap okursunuz?
belli bir sıklıktan bahsedemem. bazı günlerim hiç okumadan geçer ama ben kitabımı hep yanımda taşırım. kitabımı yatarken başucuma, uyanınca evde elimin altında olabilecek bir yerlere, dışarı çıkarken çantama koyarım. son aylarda en uzun okumalarımı rüya'yı parktaki salıncakta veya onu uyutmak üzere pusette sallarken yapıyorum. geceleri uyumadan önce de eğer film izlerken falan sızıp kalmadıysam birkaç sayfa okuyup öyle uyumayı severim zaten başka türlü uykuya dalamıyorum.

2. en sevdiğiniz yazarlar?
patricia highsmith, nahid sırrı örik, yusuf atılgan, sevgi soysal, tezer özlü, orhan pamuk, nazım hikmet, aziz nesin, orhan kemal, çehov, slyvia plath, katherine mansfield, emily bronte (e'nin üstüne iki noktayı konduramadım), tomris uyar, barış bıçakçı

3. en beğendiğiniz kitaplar?
bu en sevdiğin yazar, en sevdiğin kitap sorularına doğru cevap veremiyorum ben ya da verdiğim cevaplardan emin olamıyorum bir türlü ama doğru bir zamanlamayla okuduğum için ömrüm boyunca mutlu olacağım kitaplar var, ilk aklıma gelenler: yenişehirde bir öğle vakti (sevgi soysal), gönülçelen (salinger), cehenneme övgü (gündüz vassaf), sessiz ev (orhan pamuk), aylak adam (yusuf atılgan), sırça fanus (slyvia plath), rüzgarlı bayır (emily bronte), gündökümleri (tomris uyar), venedik'te ölüm (thomas mann), nazım hikmet'in kitapları. 16-20 yaşlarım arasında okuduğum bu kitaplar ve yazarlar beni çok etkilediler.

4. yerli, yabancı hangi yazarların kitaplarını tercih edersiniz?
böyle bir ayrım yapmam.

5. bugüne kadar en beğendiğiniz kitap serisi?
pek seri okumadım. çocukluğumdan pıtırcıkları, afacan beşleri, gizli yedileri ve ayşegülleri sayabilirim.
aklıma mehmet murat somer'in hop çiki yaya polisiyeleri geldi şimdi. severek okumuştum, yenileri çıksa yine alır okurdum.

6. daha çok hangi tarz okumaktan hoşlanırsınız?
bilimkurgu, fantastik ve macera türleri ilgimi çekmiyor, bunların dışında bir ayrım yapmıyorum.

7. en son hangi kitabı okudunuz?

8. şu an hangi kitabı okuyorsunuz?

9. kitap blogları hakkında ne düşünüyorsunuz?
bildiğim bir kitap blogu yok.

10. kitap okumak sizin için ne ifade ediyor?
okumak, özellikle ergenlik yıllarında hayatla aramdaki bağ idi. bunalımlı zamanlarımda elimdeki kitabı düşünür, "en azından bu var, bunu bitirmek istiyorum." derdim, henüz okumadığım kitapları düşünmek, hayatın o anda bana göründüğünden daha güzel bir yer olabileceğine dair bir his verirdi.

kendimle yaşamayı, kendimle baş etmeyi kitaplar sayesinde öğrendim. yalnız bir çocuktum. edebiyatın, başıma ne gelirse gelsin, kendimi nasıl hissedersem hissedeyim benim için bir sığınak olabileceğini ve bana iyi geleceğini belki de bu sayede anladım ve bunu bilerek büyüdüm. bunu okumayı öğrendiğim erken yaşlarda keşfetmiş olduğum için şanslıydım. çocuklarımın da bilmelerini en çok istediğim birkaç şeyden biri budur.

çocukları ve okumanın hayatımda nasıl bir yer tutmuş olduğunu düşünürken aklıma cem ile kitapçıya gidip ona iki kitap aldığımız gün geldi. ikimiz elele eve dönerken, tam yayalarla arabalara aynı anda kırmızının yandığı o birkaç saniyede aceleyle karşı kaldırıma koştuk. bize yeşil yanmasını bekleyebilirdik ama ben ani bir hareketle yola atlayınca elimi tutan cem de benimle birlikte kırmızı ışıkta karşıya geçmiş oldu. biraz yürümüş bizim sokağa girmiştik ki, cem üzgün bir ifadeyle elindeki torbayı göstererek unutamayacağım bir şey söyledi:

- eğer karşıya geçerken bana araba çarpsaydı, bu torbadaki kitaplar için üzülürdüm.

Tuesday, December 28, 2010

emzirme reformunu destekliyorum

1) Türkiye'de 6 ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı sizce yüzde kaç?

% 1,5 gibi bir orandı galiba. çok düşük olduğunu biliyorum.

2) Siz bebeğinizi ne kadar süre anne sütüyle beslediniz?

Cem'i 16 ay. Başlarken 2 sene emziririm diye düşünüyordum, kendisi 15 ay civarı emmeyi çok azaltmıştı, bıraktığımız günlerde günde 1 kez falan emiyordu kısacık. Bıraktırmak için bi çaba gerekmemişti, aramızda bir cümle: "meme bitti" fakat bu cümleyi ilk söyleyen bendim. Hiçbir sorun yaşamamış olmamıza rağmen şimdi olsa ben söylemezdim. Bebek memeye doyduğunda kendisi bırakır diye okumuştum, doğruymuş. Bu süre tabii ki bebekten bebeğe değişecektir.

Rüya'yı doğduğundan beri sadece anne sütüyle besliyorum; henüz 3. ayını bitirdi. 2 sene emzirmek istiyorum, önümüzde uzun bir yol var.

3) Kaç ay doğum izni kullandınız?

Bebeklerim doğduğunda çalışmıyordum. Çalışıyor olsaydım en az 1 sene çalışmak istemezdim; ücretsiz izin alırdım. Çalıştığım yerde böyle yapanlar vardı.

4) Yasal süt izninizi kullanabildiniz mi?
bkz. 3

5) Emzirdiğiniz ya da süt izni kullandığınız için isyerinde tepki ile karşılaştınız mı?
bkz. 3

6) Bebeğinizi toplum içinde, dışarda emzirdiğinizde sıkıntı yaşadınız mı?

Hayır yaşamadım sadece bazı insanların ortalıkta bu kadar rahat emzirebilmeme şaşırdıklarını gördüm. Bu da onların doğal bir tepkisi, şaşkınlıkları geçince normale dönüyorlar :)

Şimdiye dek emzirdiğim halka açık yerler: Cem'in okulunun bahçesi, parktaki bank, kafe, lokanta, taksi, arkadaş evi (arka odalara gitmeden, kendimi sohbetten koparmadan), Paşabahçe (yenilenen mağazalara pufları koyanlara çok teşekkür :), İkea (ortalıktaki sandalyelerden birinde, emzirme odası uzaktı, yakın olsaydı bile orası bana küçük ve havasız geliyor), müze, doğum sonrası bedene kot almaya çalışırken girdiğim soyunma kabini.

7) Emzirme konusunda desteğe ihtiyacınız oldu mu? Emzirme danışmanlığı ya da yeterince psikolojik destek bulabildiniz mi?

Emzirmek için etrafta bir köstek, annenin kafasında da endişe olmaması yeterli nimettir bence.

Emzirmeyi ilk doğumdan sonra ziyarete gelen halamdan öğrendim. Ondan önce çevremde dolanan hemşirelerden ve hastane odasındaki tvde dönen emzirme ile ilgili programdan pek bir şey öğrenememiştim.

Her iki bebeğimi de emzirirken en büyük desteği Onur'dan gördüm. Bence emzirmek, bebeği saymazsak iki kişilik bir iş. Babayla annenin işi. Ev işlerinde ve varsa ikinci çocuğun bakımında babanın sorumluluk üstlenmesi gerekiyor. Sorumluluğu tabii ki sadece emzirirken değil ömür boyu alması şart ama emzirme döneminde biraz daha şart çünkü bu durum anneyi rahatlatıyor ve güvende hissettiriyor, rahat anne bol süt üretiyor. Bir de anne emzirme döneminde arada sırada saçmalarsa, bir konuyu uzatırsa vs. baba normal zamanlardaki tepkilerini vermek yerine he deyip geçiversin. Emzirme döneminde ekstra anlayıştan kimseye zarar gelmez; biraz alttan almak iyidir. Gerginlik sütü azaltır. Anne de emziriyorum diye  abartıp sınırları fazla zorlamasın tabii, herkesin bi patlama noktası var :p

8) Emzirdiğiniz süre boyunca etraftan "sütün yetmiyor, mama ver, bu çocuk meme emmek için çok büyük" şeklinde baskı gördünüz mü?

Bana herhangi bir konuda baskı yapmaya cesaret edebilecek kimse yoktur çevremde :) Ama bazı laflar söylenmiştir. Bazen dokundurmalar şeklinde bazen de pat diye "demek ki doyuramıyorsun" deyiverdiler. Teyzenin tekinin bu lafı ettiği ay bebeğim tam 1,5 kilo almıştı, yazıyla bir buçuk kilo. Sebep bebeklerimin ilk 1,5 ayda çoook uzun süreleri memede geçirmeleriydi. İyi kilo alan, açlıktan ağlamayan, bezini sık kirleten bebek, ilk günler 24 saati bile memede geçirmek isteyebilir. Bu sütün az olduğunun, bebeğin doymadığının göstergesi değildir. Meme yenidoğan için sadece karın doyurma aracı değil, rahim içi hayattan dünyaya geçiş sürecinde adaptasyonun ilk durağıdır. Bunu bilerek memelerini ilk 1,5 ayda, bebeğinin istediği süre boyunca ona sunan anne emzirmede sorun yaşamaz. Bu annenin still tee'ye, malt içeceğine, 50 bardak su içmeye, şerbetli tatlıya, bakliyat tüketmeye, süt arttırıcam diye pompaynan süt sağmaya, hesaba kitaba ihtiyacı kalmaz. Anne acıkınca yer, susayınca su içer ve ikiz bebeklerini bile rahatça emzirebilir. Eğer bu erken dönemde saat, dakika hesaplarına girilirse, süt ölçümlerine kafa takılırsa, yaşamı bebekten önceki gibi devam ettirmek bir hedef haline getirilirse, ilk üç ay dolmadan düzen de düzen diye tutturulursa süt gerçekten yetmeyebilir. Düzen sadece annenin oturtacağı bir şey değil, bence en güzel rutin, dayatmadan uzak şekilde, bebek ve anne işbirliğiyle oluşur. Her şeyin bir sırası var, düzen 3. aya doğru yavaş yavaş oturuyor, hiçbir şeyi zamanından önce oldurmaya çalışmamak lazım. Acele işe şeytan karışır.

Cem 6 aylık olduğunda ise "daha ne kadar emecek?" diyen tipler türemişti.

Böyle sorular ya da sorunlar desem daha doğru, genellikle kendi geçmiş anneliklerini sorgulayan, dipten dibe kendilerinden memnun olmayan, suçluluk hisseden annelerin başının altından çıkıyor. Keşke bunun farkında olsalar da emziren anneyi rahatsız etmek yerine, kendi sorunlarıyla yüzleşseler.

9) Emzirme reformunu biliyor musunuz? Sizce neden gerekli?

Evet biliyorum. Hem bedenen hem de psikolojik yönden sağlıklı nesiller için toplumda emzirme bilincinin oluşması gerekiyor. Bunun için süt izninin ve doğum izninin yeniden düzenlenmesi, doğumdan sonraki dönemde anneyle bebeğe ihtiyaç duydukları sürenin verilmesi şart. Emzirme reformunun buna katkısı olacağına inanıyorum.

10) Emzirme reformunu web sitesinde desteklediniz mi? www.emzirmereformu.com'daki formu doldurmanız yeterli.

Evet.

Mim bana Işıl'dan geldi ben de Deli Anne'ye paslıyorum.

Tuesday, December 7, 2010

hrant'a

deli anne'den gelen 55. sayfa mimine göre kitaplığın karşısına geçip gözü kapalı seçeceğimiz bir kitabın 55. sayfasından bir pasaj yazacağız. ne olacak alakasız bir kitabın kimseyi alakadar etmeyecek 55. sayfasından öylesine havada asılı kalacak bir paragraf yazınca anlamıyorum. daha önce de dolaştı böyle mimler ortalıkta hatta bir tanesi bana da geldi, slyvia plath'ın günlükleriydi elimin altındaki, yazdım bir paragraf gitti.

ben şimdi kütüphane karşısına falan geçmeden yine elimin altındaki kitaplardan birinden bir pasaj yazıyorum. zaten deli anne de başucu kitaplarından birinden, mesnevi'den yapmış alıntıyı.


ölümünden kısa bir süre sonra yayımlanan hrant'a adlı kitap, hrant'ın ardından yazılan mektuplardan ve yazılardan oluşuyor. kitapta yazısı bulunan yazarlardan bazıları: adalet ağaoğlu, ali nesin, ara güler, banu güven, gündüz vassaf, murathan mungan, perihan mağden, piyale madra, rakel dink, sevan nişanyan, sezen aksu, vedat türkali, yılldırım türker.

55. sayfa ayşe gül altınay'ın yazısına rastlıyor.

"Savaş oyununu oynamamakta, savaş dilini kullanmamakta ısrar eden Hrant'ın kimseyi "düşman" olarak görmemek konusundaki samimi direnişi, herkese karşı ifade ettiği sevginin samimiyeti pek çok kişiyi huzursuz ediyordu. Türk milliyetçiliğinin egemen biçimlerini şekillendiren "düşman" söylemini, "düşman"ları acı çeken insanlara dönüştüren güçlü hikayeleri ile kırıyor, insanları bu acıları hissetmeye, kendi acıları üzerine düşünmeye ve başkalarının acılarından sorumluluk duymaya zorluyordu.

Hrant'ın derin insanseverliği herkese bir şekilde dokunuyordu. Etyen Mahçupyan'ın acılı ifadesiyle:

'Hrant'ın gidişine bugün yürek dayanmıyorsa, onun yüreğinin hepimizi kucaklayacak kadar derin olmasındandır. Hrant'ın gücü böyle bir yüreği liderlik vasfıyla, cesaret ve ahlakla bütünleştirmesindeydi. Ama Hrant'ı asıl Hrant yapan şaşırtıcı, birçokları için yadırgatıcı samimiyetiydi. Bu toplumun çoktan kaybettiği, hatırlatıldığında gocunduğu, önüne çıktığında ürktüğü samimiyet...

Hrant bu özelliğiyle hepimize ahlaki bir duruşun ne olduğunu, insanın 'kendisi' olmasının nasıl bir şey olduğunu gösterdi ve gerçekte bize kendi ezikliğimizi hatırlattı. Onu hazmetmek o yüzden kolay değildi. Sırf varlığıyla ve apaçık insani duruşuyla Türkiye'yi utandıran adamdı o...'

(Zaman, 21 Ocak 2007)"

Sunday, November 14, 2010

anaokulu meselesi

deli anne'nin anaokulu konusundaki mimini gördüm şimdi. rüya uyurken yazıvereyim.

cem'in anaokulu serüveni bu sene ilkokula başlamasıyla sona erdi. anaokuluna da, ilkokuluna da karar vermek hiç kolay olmadı bizim için. çocuk doktoru, jinekolog ve kuaför seçerken de aynı şekilde zorlanmıştım, bilenler bilir. gerçi bu alanlarda aradığım kişileri hala da bulmuş sayılmam ama konuyu dağıtmanın alemi yok şimdi.

* Çocuğunuzu kaç yaşında anaokuluna gönderdiniz? Anaokuluna göndermek için neyi beklediniz?

cem'i anaokuluna 3 yaşını bitirdikten sonra uzun yarım gün tabir ettikleri şekilde göndermeye başladım. 11 civarı bırakıp 4'te alıyordum. sonra zamanla buranın bize hiç uygun bir yer olmadığını gördüm ve 9.30-15.30 arasi acik olan başka bir anaokulu buldum. cem okula başlayana kadar buraya devam etti.

anaokuluna göndermek için cem'in derdini bana tam olarak anlatacak kadar konuşmasını bekledim ve orada olup bitenleri bana anlatacağından emin olduktan sonra onu oraya bırakabildim. bunu yaptığıma çok memnunum çünkü ilk bulduğum yerin adam gibi bir yer olmadığını anlamamda cem'in rolü çok büyük oldu.

* çocuğunuza anaokulu seçerken olmazsa olmaz diyeceğiniz, sizin için en önemli kriter, bu olmazsa evde bakılsın diyeceğiniz şey nedir?

benim için okul seçiminde 1 numaralı kriter okulun güzel bir bahçeye sahip olmasıydı. çocuklar, yaz-kış, hava nasıl olursa olsun, mutlaka HER GÜN bu bahçeye çıkmalıydılar. ben "cem bugün biraz hasta, burnu akıyor, öksürüyor vs.,  bahçeye çıkarmayın" gibi bir mazaret asla öne sürememeliydim. günün programla belirtilen belli saatleri mutlaka bahçede geçmeliydi ve bahçeye çıkamayacak kadar hasta olan öğrenci o gün okula gönderilmemeliydi.

bu kriterin içinde bence çok önemli iki kriter daha saklı:

1) bahçeye her gün vakit ayrılması, okulun özgür oyuna önem verdiğini gösteriyordu yani çocukların öğretmen müdahalesi olmadan açık havada istedikleri şekilde oynayabilmeleri özgürlüğüne.

2) bahçede oyun saatlerinin programla ve değişmeyecek şekilde sabitlenmiş olması ve konunun veli müdahalesine kapalı oluşu ise, benim için okulun ilkelerinden müşteri/veli memnuniyeti için ödün vermediğinin göstergesiydi.

bugün veli'nin velisinin istediği, yarın ali'ninkinin istediği olsun derken bir okulun ne kadar ilkesizleşebildiğini daha önce görmüştüm. bu okulu seçerken bana en başta anlatılan neyse onu yaşadım ve iki yıl boyunca hiçbir kurala ya da uygulamaya karışma ihtiyacı duymadım; karışanların isteklerinin yerine getirilmediğini görmekse içimi rahatlattı.

ben anaokulunu çocuk bakım evi olarak görmüyorum. eğer bahçeye gereken zamanı ayıran bir yer bulamasaydım cem'i anaokuluna hiç göndermeyebilirdim çünkü ben onu 5 aylıktan itibaren her türlü havada her gün dışarı çıkarmış, parka, sahile, bisiklete binmeye, büyükanneye, arkadaşa vs. götürmüştüm. cem'in ve bence her çocuğun buna mutlaka ihtiyacı var. bütün gün kapalı alana tıkılıp öğretmenlerin direktiflerini yerine getirmesi beklenen çocukların okuldan sıkılmalarına, hatta sık sık hastalanmalarına şaşmamak gerek.

* türkiye'deki anaokullarında rastlamadığınız, keşke olsa dediğiniz bir uygulama var mı?

türkiye'yi bilmem ama istanbul'da çok anaokulu gezdim. 1 tanesi dışında (cem'in okulu değil burası) adamakıllı bir kütüphanesi olanına rastlamadım. usulen konmuş raflardan ve orada bulunan, istersek sayabileceğimiz miktardaki ebleh çocuk kitaplarından bahsetmiyorum. anaokulunda gerçek bir kütüphane olmalı diyorum. çıkan yeni yayınların takip edilip kütüphaneye hemen dahil edildiği, çocukların ödünç alma sistemine, yani kütüphane kültürüne erken yaşta alıştıkları bir ortam.

burda öğretmenlerin de "okumayı" bilmeleri, çocuklara nutuklarla ya da faaliyet adı altındaki klişe yöntemlerle sıkça kullanılan ifadeyle "okuma sevgisi aşılanamayacağının" farkında olmaları gerekiyor. okumayı öğrenmek, harfleri çözmekten, sesleri tanımaktan vs. ibaret bir olay değil ama bazı anaokulları, çocukları doğrudürüst bir tek kitapla tanıştırmamalarına rağmen okuma yazmayı öğreterek ilkokula gönderiyor, ne yazık. bu çocuklar, sbs ya da artık adı her ne karın ağrısı olacaksa, o sınava "rakiplerinden" bir adım önde başlamış oluyorlar çünkü 1. sınıfta okuma-yazma ile uğraşmak durumunda kalmadan direkt hazırlıklara başlıyorlar.

* türkiye'deki anaokullarında yaygın olarak rastladığınız, saçma bulduğunuz uygulama var mı?

ilk aklıma gelen: yıl sonu gösterisi.

* çocuğunuz anaokuluna başladıktan sonra en çok zorlandığınız konu?

cem okula çok hevesle ve isteyerek başladı ve ilk gün beni el sallayarak uğurladı. öğretmenler orada kalmamı isteseler de ben cem'in ve kendimin isteğine sadık kalarak ilk günden okuldan ayrıldım. her şey çok güzel başlamıştı ama birkaç ay sonra cem okula giderken zorlanmaya başladı ve bir gün yolda, ben onu bırakıp ayrıldıktan sonra her gün arkamdan ağladığını, o gün de aynı şeyi yapacağını söyledi. şaşırdım ve çok üzüldüm; okuldan bana hiçbir şey söylememişlerdi. o gün okul kapısında cem benden ayrılmak istemedi ama güç de olsa ikna edip onu orada bıraktım. 45 dakika sonra gizlice geri dönüp okulun bahçesinde oyalanmaya başladım. bahçede gezinirken açık olan pencereden oğlumun inceden "anne, anne" diye mızıldayan sesini duydum. neyse ki öğretmeni cem'i ayrı bir odaya almış onunla bire bir ilgileniyor ve hamurla bir şeyler yaptırmaya çalışıyordu ama bu ne kadar zamandır böyleydi, neden bana bu durumdan hiç bahsedilmemişti? cem söylemeseydi ben onun okulda mutsuz olduğunu hiç bilemeyecektim. hemen içeri girdim, konuştum, ettim, aldım cem'i eve getirdim. işte burası o ilk yerdi. şimdi olsa o okulu hemen o gün bırakırdım ama o zamanki kafamla yeni yeri bulduktan sonra bıraktım. diğer okula başlayana kadar geçen sürede ailelere karşı dürüst olmadıkları başka konularla da karşılaştım.

anaokullarını gezdiğim günlerde, onur'un izlenimlerimi dinledikten sonra yurdumun anaokulları için söylediği, unutamadığım bir cümle var. ilk duyduğumda çok güldüysem de gerçek ve acı, okulların çoğunda:

only survival is guaranteed. 

okullar çocuk odaklı değil veli odaklı. velilerin beklentilerini karşılıyorMUŞ gibi yaparak olabildiğince kolaya kaçıyorlar ve işlerini gerektiği gibi ciddiye almıyorlar. veliden maksimumu koparmaya çalışırken, maliyetleri düşürmek için her türlü kaynağın en ucuzuna kaçıyorlar. bilgi akışı konusunu önemsemiyorlar, veliyi idare etmekte ustalaşmışlar. genellediğim için üzgünüm ama 2007-2010 yıları arasında istanbul'da benim görebildiğim anaokullarının manzarası bu şekildeydi. istisnalar yok mu, var ama bunları bulmak için epey uğraşmanız gerekiyor.

bir dokunup bin ah işitilen bir soru oldu bu.

* anaokuluna başladıktan sonra çocuğunuzda gözlemlediğiniz en önemli gelişme ne oldu?

cem diğer çocuklarla arkadaşlık kurup bu ilişkiyi sürdürmeyi öğrendi, belki her çocuk gibi zaten biliyordu ama okula gitmeseydi bunu yapabileceği bir ortamı olmayacaktı. okul sayesinde cem'in sosyal bir hayatı oldu, bunu ona benim bu şekilde sağlamam çok zordu hatta imkansızdı.

şimdi gittiği her iki okuldan da aileleri ile görüşmeyi sürdürdüğümüz iki tane çok yakın arkadaşı var. iki sene boyunca devam ettiği ikinci anaokulundaki arkadaşlarının çoğunu bugün artık göremiyoruz, cem onları özlüyor.


anaokulu seçimi hakkında yazmıştım: http://cemuyurken.blogspot.com/2009/12/anaokulu-secimi.html

Sunday, January 24, 2010

mim :: 7

aslısh tarafından 7 ilginç özellik konusunda mimlendim. ilginç olmasa da kendimle ilgili 7 özellik bulup yazabilirim sanırım.

1) SABAH erken yatıp AKŞAM erken kalkmayı severim ama hayat buna izin vermez, bu yüzden geceleri halim kalmayana dek oturur, sabaha karşı yatağa gider, az uyuyarak günü geçirmeye çalışırım. fakat yaş ilerledikçe az uyku pilin erken bitmesine sebep oluyor, bir de bilenler bilir az uyuyunca azıcık depresif olunuyor. öğlen uykusu ise 4 yaşımdan beri uyumuyorum. bu sebeple ilk 1 sene gittiğim yuva değiştirilmişti. yıl boyunca sadece 1 defa uyumuş olduğum ve diğer günler uykuya ayrılan o geçmek bilmez vakitte sıkıntıdan ne yapacağını bilemez halde uyuyanları taciz ettiğim için 2. sene öğle uykusu olmayan bir anaokuluna gönderilmiştim.

2) pain in the ass bi çocuktum, benim annem/babam olmak istemezdiniz.

3) "azıcık aşım kaygısız başım." sevdiğim bir atasözüdür.

4) evdeki pek çok eşyayı kolaylıkla fazlalık kategorisine sokarak elden çıkarabilirim. bunun en büyük faydası, yakın dönemde elden çıkardıklarınızı hatırlayınca yeni şeyler almaya karşı isteksiz hale gelmeniz. görüp beğendiğim şeylere sahip olmaya çalışmadan yaşamaya bu şekilde alıştım. bir şeyi almayı çok istediğim zaman boşalttığım bir rafı, bir alanı o nesneyle doldurmaya değip değmeyeceğini uzun uzadıya düşünüyorum, sonunda kararım çoğunlukla boşluğu doldurmamaktan yana oluyor. boşluk doluluktan daha iyi benim için. bir de kullandığım eşyaları ihtiyacı olanlara vermek konusunda uzun uzun planlamalar yaparım, ne kime lazım olabilir not alır sonra isteyip istemediklerini kendilerine sorarım, isterlerse benden mutlusu olmaz.

5) kedilerle yaşamak isterdim ama astımım var. alerjik astımımın kronikleşmesine sebep olmuş olsa da, sokakta bulup büyüttüğüm bir kediyle 2,5 yıl boyunca yaşamayı başardım. her şeyi anlar onlar, bilge hayvanlar. kedisiz hayat kedili hayattan çok eksik, çok özlüyorum kedimi.

6) muhallebi çocuklarına katlanamıyorum. başka çocukları analarına/öğretmenlerine şikayet eden çocuklardan, karısının/sevgilisinin uydusu olan adamlardan ve tabii herkesi kendine tabii kılmaya, her şeyi yönetmeye çalışan, kimseye doğrudürüst güvenemeyen kontrol delisi kadınlardan hazzetmiyorum.

7) şu anda sokaktan bozacı geçiyor. hayatımda bir defa bozanın tadına baktım, onda da çok hoşlanmadım ama en üst katta oturmamıza rağmen her gün sesini duyduğum bu bozacının en
soğuk kış günlerinde bile bizim sokaktan geçmesi beni çok mutlu ediyor. bu anlarda kendimi eski bir türk romanındaymışım gibi hissediyorum.

daha önce buna benzer başka bir mime verdiğim cevap için TIK

ben de füsun'u mimliyim.

Wednesday, December 9, 2009

mim :: kitaplar


* şu an okumakta olduğunuz kitap/kitaplar, kısaca konusuyla?

Teunis

harika bir kitap. 2008'de basılmış olmasına rağmen ben kitabı bu haftaya dek hiçbir yerde görmemiştim, geçen hafta çocuk kitaplarına bakınırken şans eseri rastlayıp da kapak resmini görünce almadan duramadım. fil teunis'in maceraları sadece çocuklar için değil, onu büyükler de okumalı. bugünlerde çantamda bu kitap var, cem'le ev dışında da (lokantada siparişimizi beklerken, bisikletten yorulmuş bankta dinlenirken), uyumadan önce de bu kitabı okuyoruz. yazarlar hollandalıymış.

The Idle Parent

bu kitabı ağustos'ta amsterdam'da görüp almış, orada başlayıp dönmeden yarılamıştım. şimdi hala elimin altında, arada açıp bir bölüm okuyorum. kısaca nasıl bahsedeyim konusundan? aylardır sol kolonda duruyor, tıklayıp daha fazla fikir edinin. idle parent yani ben :)

Raising A Son

bu kitabı arkadaşımda gördüğüm zaman "nedir bu, raising a son, raising a daughter diye iki ayrı olay mı var? kalınca bir kitabın dediği kadar cinsiyet farkı gözetilir mi çocuğu büyütürken?" diye sordum. sorumu şaşkınlıkla karşılayan arkadaşım kitabı bana ödünç verdi. başladım bakalım nasıl bir olaymış raising a son.

* son aldığınız kitaplar?

son zamanlarda çok kitap aldım. bir aralar durumu pek de parlak olmayan kütüphanelere giderek ya da arkadaşlarla değiş tokuş yaparak kitap alımını durdurmaya çalışıyordum ve bu yöntem bir süreliğine baya da iyi yürümüştü ama bugünlerde kitapçıya girip eşelenince bir şeyler almadan duramıyorum. kitapçıdan eliboş çıkılamazmış gibi gereksiz bir durumdayım. bak, karıştır, otur, biraz oku sonra çık. yapamıyorum, illa ki alıp çıkıyorum. üstelik üşenmeyip tüyap'a da gittim yine ve bu yıl da idefiks'in sanal fuarına dadandım. bir de iyi cüceler'den aldığımız çocuk kitapları var. bi dur artık yasemin. huzurlarınızda kendime idefiks'i yasakliyorum + uzunca bir süre kitapçıların vitrinine bile bakmayacağıma söz veriyorum. oturup okuma zamanı. aldığım hızda okuyup bitirmek mümkün olsa.

ama en son aldığım kitaba bakmaya doyamıyorum, iyi ki almışım. almasam beynimi kemirip duracağı için yine gidip alacaktım yani benim bu kitabı almama ihtimalim yoktu. şu anda hemen yanımda sehpa görevi görüyor o derece elimin, dirseğimin, bilgisayarımın altında yani.

1001 children's books before you grow up


ne yiyeceğiz biz?

bu köşedeki adam


hrant dink'in yazılarından bir seçki.

türkiye'de milli eğitim ideolojisi

türkiye'de milli eğitim ideolojisi ve siyasal toplumsallaşma üzerindeki etkisi. oku da kahrolma!





"vazgeçmenin de katlanmanın da gücü neredeyse aynıdır."



sevim burak'ın mektupları.

" bu dünyayı izleyenlere bir halt yok... açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım. dünyalarını kaybetmişler için...
kendim için yazacağım. erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım. yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı romantiklere ve aşırı sadistlere. delilere yazacağım..."

arka kapaktan




"her şeyin eskisi gibi olabileceğini düşünürüz hep. ama bu doğru değildir. hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. hiçbir şey."

* şimdiye kadar okuduğunuz kitaplar arasında en sevdiğiniz?

ilk aklıma gelen yazar ve kitapları herhangi bir sıralamaya tabii tutmadan yazıyorum, hepsine link vermek isterdim ama çok uzun süreceği için onu da yapamıyorum:

yenişehir'de bir öğle vakti başta olmak üzere sevgi soysal
nazım hikmet / şiirleri
orhan pamuk

gönülçelen - salinger
pıtırcık serisi
enid blyton gizli yediler ve afacan beşler serileri
ayşegül bale yapıyor
teunis
katherine mansfield
tezer özlü

.
.
... uzar gider.



tadzio'yu kapakta görmüşken visconti'nin aynı adlı filmini de (yaban, ilk 15'imde :) anmadan geçmeyim.

* son okuduğunuz kitaplar?

asla kimseyi öldürmedi benim babam - jean louis fournier

* bitiremediğiniz kitaplar?

başladığım kitabı mutlaka bitirmek istediğim için bazen uzun zaman oyalandığım ve doğru dürüst bir sayfa bile okumadan günler geçirdiğim olur. hangi kitapları okuyamadım? öğrenciyken kara kitap'ı okuyamamıştım ama bunun kara kitap'ın iyi bir roman olmamasıyla değil doğrudan benimle ilgisi var; kitabı ben okuyamadım, okurken ben kitaptan koptum, ben dağıldım. insanların okuyamadıkları kitaplara kolayca kötü roman damgası basmaları pek modaydı bir zamanlar, bilmiyorum belki hala da öyledir. "okuyamıyorum" de, "cin ali'den sonra ağır geldi" de; bir kerecik de kendinle ilgili bir sebep söyle ama olur mu hiç öyle, amann, sakın kendimize toz kondurmayalım da... neyse, ne diyordum? kara kitap'ın 10. yıl özel baskısı'nı almıştım bi zamanlar, büyüyünce okuyacağım.

harry potterları okumaya heveslendim, ilk kitabın yarısından fazlasını oflaya puflaya okudum, sonra da devam edemedim. aslında başlarken biliyordum böyle olacağını, ben fantastik okuyamıyorum da, izleyemiyorum da.

* elinizdekini bitirince okumayı düşündüğünüz kitap?

sherry turkle - bilime sevdalanmak / akılda kalan nesneler
yaşar kemal - binbir çiçekli bahçe

ben de yazmak isterlerse;

:: yaban'ı: önceden önerdiği kitapları not etmiş, bazılarını da almıştım. bu detaylı kitap mimi sayesinde kitaplığına dalmak, yeni önerilerini almak istiyorum :)

:: füsun'u, kitaplığını, öğrenciliğimizden beri okuduklarımızdan konuşup durduğumuz ve evine girer girmez önce yeni neler aldığını tespit etmeye vakit ayırdığım için ezbere biliyorum ama epeydir yazmadığı bloguna bu bahaneyle döner ve kitaplarını bilmeyenlere anlatır diye,

mimlemek isterim.

Sunday, January 20, 2008

2008

hala ocak ayının içindeyken vildan'ın 2008 beklentilerimle ilgili sobesini cevaplayım. bir süredir düşünüyordum, bu sabah kahvaltıda onur da konudan habersiz sorunca başladığım şu kilo verme işini devam ettirip fit bi insan olmak istiyorum dedim. vereceğim bi 4 kilo, nerdeyse 4 senedir veremedim yok 3 senedir veremedim, cem 3,5 yaşında ilk yıl 13 kilo fazlam vardı, 1 yıldan sonra 10'u gitti de 3'ü - 4'ü haaaalaaa benimle. 20 gün önce bir beden küçük aldığım pantolonları bugün rahatça giyebiliyorum afferim bana. insan yaşlandıkça kilosunu önemsemeye başlıyormuş veya bende olan bu, neyse bir bu.

dün gece çok güzel bi film izledik: dönüş. bundan bahsetmem lazımdı, 2008 beklentilerimle de uyumlu, bu yıl böyle güzel filmler izlemek ve daha çok kitap okumak istiyorum.

arkadaşlarımı yerlerinde görmek, bunun için de londra'ya ve amsterdam'a gitmek istiyorum.

bu yıl kendim için istediklerim bunlar. herkese mutlu yıllar.

Saturday, December 8, 2007

meleba

ben küçükken, ilkokuldayken yani, başıma çok sık gelen bi şey vardı: haftada birkaç kez bir ana ya da baba tarafından okul çıkışlarında azarlanmak ya da tehdit edilmek üzere köşeye sıkıştırılırdım. bi gece önce evde beni şikayet etmiş, belki benim yüzümden ağlamış zırlamış hatta uyuyamamış yavrularının hıncını almak için okul kapısında ya da servisin yanında bekleşir bulurdum onları. azarlarlar hatta düpedüz tehdit ederlerdi, muhallebi çocuğu haline getirdikleri koyun kılıklı şanssız çocuklarıyla aynı sınıfta olan şanssız beni. ben de berbat bi çocuktum, kabul ama muhallebi çocuğu olmaktan iyidir valla, ben en azından kendi işimi kendim görürdüm, kimse benim adıma, canımı sıkan arkadaşlarımla hesaplaşmak zorunda kalmazdı. neyse anaların en korkunçlarından birinin gazabından korkup tuvalete kaçmıştım ki hiç girmezdim o iğrenç tuvaletlere, neyse o kadından çok korkup saklanmıştım birine de, kadın beni orda bulup dövmeye kalkışmıştı, kulağımı mı çekmişti yoksa. kulağımı çekmişti evet. vay bee evlat sevgisine bak! sebebini burda anlatmıştım: hanım evladı kızı, gerçekten kelimenin tam manasıyla hanım evladı, çöp kutusunun başında hanım hanımcık yumurtasını soyarken, kenarı işli peçetesinin üzerine özenle yerleştirdiği yoğurduna tuzu boca etmiştim ve o esnada tuzluğun kapağı açılmıştı, bütün tuz yoğurdun içine dökülmüştü. zehir gibi yoğurdu yiyen kızımız ağlamaya başlayınca da olaylar gelişmişti. 7 yaşındaydık. 

kısaca söylemek gerekirse, ben küçükken hanımevlatlarını, okula yumurta getirenleri ve her şeyi analarına yetiştirenleri hiç sevmezdim. düşünüyorum da aradan geçen 25 yıl hissiyatımda hiç bir değişiklik yaratmamış!

ben aslında rufus'un orkestrasında çalmak isterdim veya antony'nin de olabilir. çello çalmayı isterdim ama gitar da olabilirdi, aslında gitar çalarım ama çelloya dokunmadım bile. keşke olabilseydi. bu gece bi konserde çalmış olurdum o zaman. mesela rufus'un kardeşi için yazdığı şu şarkıda çalmak nasıl olurdu acaba? 



cep telefonumun markası 10 yıldır alcatel ya da 9 yıldır alcatel. bu 2. alcatel'im, peki ama 3.sü de alcatel olabilecek mi acaba? sahi, alcatel diye bir marka var mı hala?

aşk bence gerekli bir şey. çok faydalı.

ilk kopya ne ki, ilk öpüşme gibi bir şey mi? unutulmayacak bir anı falan herhalde ama ben hatırlamıyorum, hatırlasaydım da diğer kopyalarımdan çok daha farklı ve ilginç bi yanı olmazdı eminim.

en saçma huyum, kestirip atılması gereken bir meseleyi gereksiz yere uzatmamdır herhalde. gerçi eskiden daha beterdim şimdi öğrendim kısaltmayı, kasımpaşa'ya havale ediyorum, ne gam kalıyor ne kasavet! kasavet diye bir sözcük yoktu galiba ama iyi durdu orda, kalsın. (varmış.)

en sevdiğim bloglar zaman içinde değişiyor. bugünlerde pek blog okumuyorum ama şu adresi seviyorum: http://simplybreakfast.blogspot.com/ hayatın çok tekdüze gittiğini düşündüğüm zamanlarda aklıma burası gelirse -ki bir şekilde geliyor, fikrimi değiştiriyorum.

endişeli peri gördüm beni sobelediğini :)

Tuesday, October 2, 2007

187. sayfa



yanımdaki rafta bana en yakın duran kitap slyvia plath'ın günceleri

withens (yorkshire)

çoğu insan oraya* dek gitmez, kasabada kalırlar, çay içmek, üstü pembe şekerli pastalardan yemek, andaçlar, yürümek için çok uzak olan yerin renkli fotoğraflarını almak, st. michael ve bütün melekleri kilisesi'ni, anı eşyalarının bulunduğu, bölge papazının kaldığı kara taş yapıyı ziyaret etmek için: tahta beşik, charlotte'un aile yadigarı, dantelli ve bal peteği gelinlik tacı, emily'nin ölüm döşeği, küçük, ışıklı kitaplar, suluboyalar, boncuklu peçetelikler, üstüne havariler oyulmuş dolap. bunlara dokundular, şunu giydiler, burada, hortlakları anımsatan bu evde yazdılar. taş eve giden iki yol var; ikisi de yorucu.


* bronteler'in evi.

not: e'nin üzerinde iki nokta var ama nasıl yapılacağını bilmiyorum. bronteler yazar kardeşler; 3 kız kardeş. uğultulu tepeler'i çok severek okumuştum. jane eyre'in budanmış halini de çocukken okurdum, lisede kütüphaneden tam çevirisini almıştım, o da güzeldi ama rüzgarlı bayır başka; uğultulu tepeler'in benim okuduğum çevirisinin adı rüzgarlı bayır'dı, can yayınları basmıştı.

meral sobelemiş. en yakındaki kitabın 187. sayfasının ilk cümlesi yazılıyormuş ama ilk cümle 186'dan geldiği için ben sayfanın ortasından yaptım alıntıyı. ben de şadan'ı sobeliyorum.