Thursday, February 5, 2009

Sorular

Soruları her zaman çok sevmişimdir. Sorular soranı da, yanıt vereni de düşündürür. Güzel, akıllı soru sormak, cevap vermekten -hele bildik cevapları vermekten- daha canlı, daha dinamiktir. Bilgiyi, verileri ve hayatı sorgulamak, öğretilenleri sunulduğu şekilde kabul etmemek, meraklı olmak; dirilik, canlılık, ruh gençliği demektir. Sorgulama, değiştirme, farklılaştırma gücüne önayak olur, ivme katar. Soru sormanın, kültürümüzün ve özellikle de eğitimimizin çok önemli bir eksiği olduğunu düşünüyorum. Öncelikle yetişkinlerin konforu gözetilerek kurulmuş düzenimizde, soru sormak yetişkinler için, onları zor durumda bırakmak, veremeyeceği cevaplarla yüzleştirmek, bir bakıma küçük düşürmek anlamına gelir. Bu nedenlerle çocuklar soru sormaz, sorduğundaysa olumlu karşılanmaz. Çünkü yetişkinler, sadece yetişkin oldukları için tüm cevapları bildiklerini veya bilmeleri gerektiğini sanır, cevabını bilmedikleri bir soruyla karşılaşınca rahatsız olurlar; bu yüzden de genel olarak soru sorulmasından hoşlanmazlar. İşte bu konuda çok sevdiğim ufak bir öykü: bilge bir baba her gün okuldan dönen çocuğuna, bugün doğru cevapları verdin mi? diye değil, bugün doğru soruları sordun mu diye sorarmış.

Çocuklarımıza sorduğumuz soruların karşılığında da, her gün onlardan "doğru" (yani hazır, öğretilmiş) cevaplar bekleyen zihniyetimize karşıt, çok anlamlı bir örnek bu bence. (...) sorular öncelikle düşünce gücüdür, diriliktir, meraktır, cevap alındığı için de devam ediyordur; bunlar anne/babayla, öğretmenle iletişimdir. Ayrıca yetişkinleri de uyarıcı, cevabı araştırıp bulması, düşünmesi için teşvik edicidir. Kanımca, kültürümüz ve eğitim sistemimiz, soruları daha çok sevebilseydi, ilerleme ve çağdaşlaşmamız daha hızlı olabilirdi.

Leyla Navaro

5 comments:

asliberry said...

Ben okuldayken konuları hiç anlamazdım, parmağımı kaldırıp da öğretmene ben bunu anlamadım demezdim. Anlamayışımın benim angutluğumdan kaynaklandığını düşünürdüm. Bu tür ayrıntıların insan hayatını çok etkilediğini düşünüyorum.

yasemin said...

ben de anlamazdım aslı. hiçbir şeyi derste anladım, öğrendim diyemem; nasıl bir azap olduğunu bilirsin herhalde. 45 dk., 40 mıydı, neyse otur dinle, dinlediğin de ne, anlatan nasıl biri? o kadar kolay bi şey mi ya dinlemek?

geçenlerde bi film izledim sınıf. sol sıraya da afişini koydum bir ara, gördün mü bilmiyorum. onu bulursan bi izle, o filmin sonunda tatile girerlerken kızın teki öğretmenine ben hiçbir şey öğrenmedim dedi. adam da nasıl benzemiyor bizim öğretmenlere yani ilgilerini öldürmemek için ne teknikler denemişti yıl boyunca ama o da şaşırdı, öğrenmişsindir falan dedi halbuki ben de aynı o kız gibiydim işte. hiç bir şey öğren(e)mezdim ve diğerlerine göre kıt olduğumu düşünürdüm. anlamadım desem de beyhude bir çaba olacağından sesimi çıkarmazdım. sınav geçmek için gerekli olan ne varsa evde, kendi kendime debelenerek hatmettim. bu şekilde 16 sene "okudum", 2 sene de yuva var 18. okul ve öğrenme konularında çok lafım var :) şindilik bu kadar.

pandora'ya gidebildin mi, hala oynuyor bikac yerde ama karsida :(

asliberry said...

Yasemin gidemedim ama gideceğim. İzzet geliyor haftaya onunla gideceğim. Sinemayı aradım, önümüzdeki hafta vizyonda olacak mı dedim, bugün belli olacakmış, akşam tekrar arayacağım.

asliberry said...

Yasemin hatırlıyor musun, gül reçeli muhabbeti olmuştu. Sen de gördükçe eve aldığını söylemiştin. Ben şimdiye dek bir kaç marka denemiştim. Handan Güllüoğlu'nun Lalin markasını önermişti. Gittim aldım. Yasemin eğer şimdiye dek almadıysan mutlaka al, sanırım bir daha başka marka almazsın. Nasıl yedim biliyor musun, ellerimden, kollarımdan, ağzımdan damlaya damlaya. Çok lezzetli, bunun içinde başka bir şey daha olmalı dedim, sırf gül rayihası yok çünkü, içindekilere bir baktım vişne suyu da koymuşlar.

yasemin said...

aslı, denemedim lalin'i, bi dahaki sefere ondan alırım. tavsiye için teşekkür.