Friday, December 26, 2008

2. gün: haddimizi aşalım

bugün hava güneşliydi. kahvaltıdan sonra cem'le dışarı çıkmaya karar verdik. cem "ben aslında akşama kadar uyumak istiyorum ama olmaz, parka gidicem" dedi, biz çıkarken öğlen olmuştu ve cem uykulu görünüyordu. hava dünkü kadar soğuk değildi. park bomboştu, cem bir süre kumda oynadıktan sonra üşüdüğünü söyledi, biz de yemeğe gitmek üzere parktan ayrıldık. cem yemekten sonra her zamanki gibi dondurmasını yiyerek yürürken birden eve dönmek istediğini söyledi, üşümüş. 

eve dönünce cem geç bir öğlen uykusuna yattı, 2 saat uyudu. onur gelince şu seminere gitmek üzere evden çıktım. 

seminerden aklımda kalanları unutmadan (ve bölük, kopuk olmasından korkarak) ekliyorum:

"Eğitim, öğretmenlerin çocuklara sözcüklerle anlattıklarıyla değil, çocukların fiziksel ve sosyal çevrede geçirdikleri yaşantılarla gerçekleşir."
(Maria Montessori)

eğitici drama nedir?

* prof. dr. alev önder norveç'te bir ilkokulda öğretmenliğe yeni başladığı dönemde, okulun unesco konusunda çocuklar için düzenlediği tanıtım toplantısına katılır. bekleyen çocuklara toplantının pasta ikramıyla başlayacağı anons edilir. salonda bekleyen 350-400 çocuk vardır, anonsu duyunca sevinirler. o sırada kapılar açılır ve 2 servis arabasında 2 tane 2 katlı büyük pasta gelir, çocuklara karton tabaklar, plastik çatallar dağıtılır, pasta servisi başlar. salondaki çocukların yarısına pasta dağıtılmıştır ki pastalar biter. şanslı çocuklar pastalarını yerlerken diğerleri çatallarını tabaklarına vurarak durumu protesto ederler. bu sırada alev önder'in aklından "uygar, zengin, gelişmiş bir ülkede bile organizasyon bozuklukları oluyor, demek sadece bizde olmuyormuş" gibi düşünceler geçer.

çocuklar bir müddet protesto ettikten sonra okul müdürü sahneye çıkar:

- çocuklar, pasta hepinize yetmedi. neden? çünkü biz hepinize eşit dağıtmadık.
işte dünyadaki ülkelerin bir kısmı pastayı yiyip bitirirken büyük bir kısmı da pastadan paylarını alamıyorlar. unesco bu adaletsiz dağılıma karşı bu ülkelere yardım etmek için kurulmuş...." 

müdür dünyadaki kaynakların adaletsiz dağılımını çocuklara pasta örneği üzerinden birkaç cümleyle açıkladıktan sonra pastasız kalan çocuklara dağıtılmak üzere 2 pasta daha gelir. toplantı sonunda bazı çocuklar söz alır. pasta alamayanlar pastasız kalmanın; alanlar ise arkadaşları pastasız kalmışken pastaya sahip olmanın neler hissettirdiğini anlatırlar. böylece unesco'nun tanıtımı, hemen unutulacak belki de hiç dinlenmeyecek uzun ve sıkıcı nutuklarla değil, böyle kalıcı bir yolla yapılmış olur. norveç'te. bizden geçti, darısı bizim çocukların başına.

işte eğitici dramanın ne olduğunu anlatan güzel bir örnek. eğitici drama çok etkili ve kestirme bir eğitim aracıymış; bunu bilmiyordum. 

* hoca sonra içinde 4-5 farklı hayvanın geçtiği bir hikaye okudu. o okurken dinleyicilerin oturduğu her sıra bir hayvanı temsil edecekti, bizden temsil ettiğimiz hayvanın adı geçtiğinde o hayvanın sesini çıkarmamızı istedi. ben horozların arasındaydım, hikayede kırmızı horoz geçtiğinde kendi sıramdakilerle birlikte öttüm.

hikaye bittikten sonra çocuklara hikayeden yola çıkılarak hayatlarıyla ilişkilendirebilecekleri yönlendirici, didaktik olmayan sorular sorulabileceğini (sen hiç ördek gördün mü? gibi), ardından hep beraber ali baba'nın çiftliği gibi bir şarkı söylenebileceğini ve çiftlik hayvanları hakkında bir kesme yapıştırma çalışması yapılabileceğini anlattı. bu örnekte amaç, okul öncesi çocukların öğretmenleri ile oyun oynarlarken çiftlik hayvanlarının özelliklerini ve çıkardığı sesleri öğrenmeleri.

* eğitici dramanın sınıfın öğretmeni tarafından verilmesi önemli. birincisi çocuğun öğretmeniyle oyun oynuyor duygusunu yaşaması için çünkü çocuklar bunu sever ve isterler, ikincisi bu tiyatrocuların değil pedagojik formasyona sahip öğretmenlerin yapması gereken bir iş eğer bir okulda bu işi haftanın belli günlerinde tiyatro kökenli birisi gelip yapıyorsa bu doğru değil, etik değil. bu öğretmenin yapması gereken bir iş çünkü devamında çocuklara sorular, cevaplar, faaliyetler yer alacak. eğitici drama bu şekilde yapıldığı zaman anlamlı ve doğru olur. bir tiyatocu gelip bir oyun sergileyebilir ya da çocuklarla oyun oynayabilir ama eğitici dramanın işlevi farklı, o nedenle pedagojik formasyon sahibi biri tarafından verilmeli, eğer tiyatrocunun pedagojik formasyonu varsa olur.

* eğitimde çocuk bizi değil biz onu takip etmeliyiz. şu anki eğitim sistemi bunun tam tersi. okul öncesinde de ilköğretimde olduğu gibi çok fazla plan ve programa bağlı bir eğitim izleniyor. planlı, programlı, sonuç odaklı. bu çocuğun doğasına uygun değil. çocukla çocuk olmalı, çocukla birlikte oyun oynamalı. çocuk büyüğüyle, annesiyle, öğretmeniyle oyun oynamaktan büyük zevk alır. o yüzden çocuğun boyuna inip onunla çocuk olmalı, onun ilgisine, merakına, öğrenmeyi seçtiği şeye hitap etmeli. eski kapaklı dolaplar yerine artık okul öncesi kurumlarda açık raf sistemi var, çocuk istediği materyale ulaşabilmeli.

* eğitici dramada sonuca değil sürece odaklanmalıyız. çocuklara fazla müdahale etmemeli, düzeltmeler yaparak çocukların girişimciliklerini engellememeliyiz. amacımız sonuç odaklı çocuklar yerine süreçten zevk alan çocuklar yetiştirmek olmalı.

* eğitici dramanın ardından yapılan çalışmalarda çocuğun özgürce sorular sormasına izin verilmeli. sorular eleştirilip yargılanmamalı (soruyu beğenmeyince, aaa bak bu olmadı şimdi!) yoksa soru sormaktan çekinen, soru sormayan çocuklar yetişir.

* anne babaların çocukları ile ilgili korkuları, ergenlik döneminde keyif verici maddelere alışır mı türünden endişeleri olabiliyor ama anne babalar çocuklarını tanımıyorlar, gençlik kültürünü hiç bilmiyorlar, o zaman çocuklarıyla nasıl diyalog kuracaklar? diyalog için çocuğa yakın olmak, ilgisini, hobilerini onunla ömür boyunca paylaşmak gerekir.

* duygular eğitimde çok önemli. öğrenmeye duygular eşlik ederse, öğrenilenler kolay kolay unutulmuyor. (kütük gibi "almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık" diye hatmedince ama, her şey unutuluyor!)

- ne hissettin
- duygunu yaşa
- duygunu göster

duygularını ifade etmeyi bilen bireyler hırçınlık yapmazlar, sakin olurlar. kendini ifade edemeyenler daha hırçın ve kavgacı olurlar. çocukları kendilerini sözel olarak ifade edebilecek şekilde yetiştirirsek daha az kavga ederler. biz de birlikteyken duygularımızı paylaşarak onlara duygularını gizlememeyi öğretebiliriz.

gerçek duyguyu ifade etmeyi yetişkinler de bilmiyor. iletişim sorunlarının önemli bir sebebi bu.
duyguları gizlemeye gerek yok. son ana kadar bekletip patlamak yerine;

- kızgınım.
- kıskandım.
- haksızlığa uğradığımı düşünüyorum.

eğitici drama çocuklara duygularıyla yüzleşmeyi, duygularını tanıyıp onları ifade etmeyi öğretiyor.

* çocuğunuzla birlikte hayali bir duvar düşleyin. o duvarı boyayın. bir müzik koyun. fırçayla, elinizle, parmağınızla, dirseğinizle, dizinizle, sırtınızla, başınızla yerde duran istediğiniz renkteki hayali boya kovasıdan boya alıp o duvarı boyayın, resim yapın. sonra bırakın çocuğunuz anlatsın ne çizdiğini. yaptığı güneşin rengi morsa bırakın mor olsun, onun güneşi de mor olsun, ne çıkar? herkesin güneşi sarı mı olmak zorunda?

* insanlar biraz da hadlerini aşmalı. hep belli sınırlar içinde durmaya teşvik ediliyor çocuklar, hatta okullarda sessiz sakin oturmaya. bu insanın doğasına aykırı, hareket etmek üzere yaratılmışız, engellenmek için, her söyleneni yapmak için değil. anne babaların her dediğini yapsaydık onlar gibi olurduk halbuki onlardan ilerde bir şeyler yapmak için yaratıldık. uygarlık hadlerini aşan, farklı şeyler deneyen insanlar sayesinde ilerliyor. 

hareket edip sınırları aşmak uygarlıktır. bırakın çocuklar seslerini çıkarsın. 

bu noktada son bir uygulama daha yaptırdı hoca bize:

- önce elleri çırpmak istedik, elleri hızla birbirine yaklaştırdık ama tam vuracakken geri çektik, çırpmadık. bir süre böyle engellendik, kollar baskılandı sonra izin çıktı, ellerimizi çırpmaya başladık, alkış sesi koptu.

- sonra aynı engellenmiş hareketi ayaklarla. ayakları tam yere vuracakken geri yukarıya. bacaklardaki baskıyı hissediyor muyuz? izin çıkınca bütün salon ayaklarını yere vurdu ve yer gök inledi.

- en son yumruklar önde ve sessiz çığlıklar rüyadaki gibi, bağırırsınız bağırırsınız sesiniz çıkmaz ya. sesimiz engellendi. izin çıkınca salon çığlığı bastı, koca bir gürültü.

evet, bir şeylerin değişmesini istiyorsak sesimizi çıkarmak zorundayız.

4 comments:

Ozguranne said...

Merhaba Yasemin,
Çok ilginç gerçekten. Teşekkürler anlattığın için.

Unesco'nun yaptığı inanılmaz. Çok etkileyici. Diğer aktiviteleri de hayranlıkla okudum. Şu duyguları ifade edebilme bir yana, öfkeliyken "öfkeli olduğunu farkedebilme" bile öyle zor bir süreç oldu ki benim için... Yirmi yedi yılımı aldı. Yatırımı hep IQya yapmışız. Halbuki hayattaki başarıda ne kadar az yeri var.

Farkındalığı yüksek, duygularını ifade etmekte zorlanmayan, böylece kapılıp gitmeyen, teslim olmayan bir yetişkin olabilmek... Devrim gibi bir şey.

Uslu olmaya çalışa çalışa eğitimli köpeklere dönüyoruz bazen. Ya da bastıra bastıra patlamalar oluyor dediğin gibi. Ben yorum yazarken TVde şu haber geçti. Park yeri yüzünden site güvenlikçisi gelen misafiri, çocuğunun gözü önünde onbir yerinden bıçaklamış. Nasıl bir patlamadır bu, nasıl bir hınçtır. Kontrolsüz öfke patlamaları, sonuçları ortada. Nasıl da göz göre göre tırmandırıyoruz bazen.

Sevgiler, selamlar.
özgür

yasemin said...

özgür merhaba, unesco örneği gibi yaklaşımlar dahil olsa bizim eğitim hayatımıza da... umarım bizden geçenler çocuklarımızın başından da geçmez. başladığım günden bitirene kadarki yıllar boyunca bi şey anlamadım okuldan. benden aldıklarına baktığım zaman verdiklerini de pek anlamlı bulamadım. bütün gün tıkıl sınıfa, sessiz otur dinle öğren. oldu. ben öyle öğrenemiyorum. o kadar sıkıcı ki dinleyemiyorum bile. yıllarım sınıfta çakma korkusuyla, ders kitaplarının başında orda ne olup bittiğini anlamaya çalışmakla geçti. almanlar yenilince biz de yenilmiş sayılmıştık, di mi? öğrenebilmiş miyim?

çocuklarımız için daha farklı bir okul düşlemekten başka bir şey bulamıyorum yapacak. homeschooling diycem, o da olmaz buralarda...

Anonymous said...

yasemin,
ben bu seminere gidecektim güya. hatta anatema 'ya da yorum bırakmış idim ama bi şekilde çıkmamış. neyse güzelmiş seminer. sağol paylaştığın için.
bu arada anatema ne güzel olmuş.

cem'in tatil günlüğünü okumak çok keyifli, dolu dolu geçiyor hergün. ben de olsam evde olmak hoşuma giderdi böyle.

bizim okul tatil değil ama öğleden sonra ne de olsa. bigün kahvaltıya gelin bize. size kup kek de yaparım. ne diyorsun?

yasemin said...

şadan, evet,güzeldi ve tahminimden daha çok ilgimi çekti bu seminer.
tamam, gelelim bigün.
aras'a selamlar.
görüşürüz.