Wednesday, December 31, 2008

7. gün: sorumluluk meselesi

öğlen kar başladı, çabuk durdu. yılın son günlerinde sokaklarda olmayı, koşuşturan, dükkanları doldurup hediye seçmeye çalışan insanları izlemeyi seviyorum, bugün de bunu kaçırmak istemediğim için çıkalım dedim kahvaltıda cem'e, teklifim kabul görünce de biraz oynayıp evi topladıktan sonra bereleri, eldivenleri giyip çıktık. banliyö trenine binmek üzere istasyona doğru yürürken cem durdu:

- ben hemen bu şapkayı çıkarmak istiyorum, çok kaşındırıyor.
- dursun, çok yakışıyor.
- çıkarıcam.

ya bu kaşındıran ayı kafa şapkayı bir daha giymek istemezse?

- peki o zaman bi resmini çekebilir miyim, hiç değilse resmin kalsın seni bu şapkayla göremeyeceksem?

cem sıkıntılı bir halde makinenin çantadan çıkmasını beklemeye başladı. ah hafıza kartı evde kalmış. evden çıkalı çok olmadı, şansımı zorlayım bakalım:

- hafıza kartı evde kalmış cem ya, dönüp alalım mı evden, ne dersin?
- olmaz.
- ama ev çok yakın. (dönmeyeceğini biliyorum, ühüü)
- hayır.

istasyona geldik. treni beklerken:

- tüh yaa, keşke unutmasaydım şu hafıza kartını. ne olurdu dönseydik yol yakınken?
- unutmasaydın o zaman, senin sorumluluğundu o, benim sorumluluğum değil ki.
- ne?!
- senin sorumluluğundu.

*** 
 
bu arada gebze-haydarpaşa arası banliyö trenini, eviniz bu hattaki istasyonlardan birine yakınsa kullanabilirsiniz. biz yakın zamana kadar binmiyorduk halbuki bu tren, trafikten, park yeri derdinden, taksi parası harcamaktan ve zaman kaybından kurtarıyor insanı. keşke önceden akıl etseymişiz.

***

güzel bir gündü, önce bir şeyler atıştırdık sonra cem'in uzun zamandır istediği minik zeplin'i bulup aldık. biraz yürüyüp kitapçıya girdik. kitaplara bakarken kanada'da yaşayan 4 yaşındaki torunu için kitap seçmeye çalışan babaneye fikir verdik. babane önerdiğimiz kitapları alıp, bizimle karşılaştığı için çok mutlu olduğunu söyleyerek yanımızdan ayrıldı.

cem, 3 kitap tübitak erken çocuk kitaplığı'nın ilk okuma serisinden, 2 kitap da -biraz benim isteğimle çünkü resimleri şahane- küçük peri mine maceralarından seçti. uyumadan önce yeni aldıklarımızdan örümcekler ve neden yeriz'i okuduk, cem kitapları büyük bir ilgiyle, bir sürü soru sorarak dinledi. çocuklar tübitak kitapları ile pek çok şeyi erkenden, ayrıntısıyla, en önemlisi sıkılmadan ve öğrendiklerinin farkında olmadan öğreniyorlar. öyle bir acelem olduğundan değil ama bu kitaplar konuyu merak eden çocuk için resimleri ve didaktik olmayan anlatımlarıyla gerçekten öğretici. çocukların ders, ödev, not baskısıyla karşılaşacağı zamanlar gelmeden önce sadece merak ve ilgi duydukları konular için bu seriye bir göz atmanızı öneririm. okul devreye girmeden, bu doğal meraklarını kaybetmeden ne öğrenirlerse kar. fiyatları da iyi, 3 ytl.

kitapçıdan sonra biraz daha yürüyüp üşüdük ve sütle kurabiye için sıcak bir yere girdik, çıktığımızda hava kararmıştı, markete uğrayıp alışveriş yaptıktan sonra eve döndük.

bu arada eve dönerken farkettim, cem, bir yere girdiğimizde hemen çıkartsa da dışarda olduğumuz sürelerde hep beresiyle dolaşmıştı. eve dönmeyince bereyi de çıkartmaktan vazgeçmişti besbelli yoksa hiçbir güç kaşındıran bir şapkayı benim tanıdığım cem'in kafasında tutamazdı. ama kartı evde unutmamak "benim sorumluluğum" değil miydi? şapkayı farkettiğim an konuyla ilgili bi şeyler söylesem, teşekkür falan etsem hoşuna gitmezdi ve şapkayı çıkarıp atabilirdi, bu yüzden farkettiğimi ona belli etmedim ama 4,5 yaşındayken cem'in nasıl bir çocuk olduğunu unutmayım diye geldim buraya yazdım. 

böyle bir gündü işte 2008'in sondan bir önceki günü.

hepimize mutlu yıllar.

Tuesday, December 30, 2008

6. gün: pilli bisiklet & nemrut dağı

öğlen uykusundan sonra büyükanneyle büyükbabayı ziyaret ettik. büyükbabası cem'e kırmızı pilli bir bisiklet hediye etti. dönüş yolunda kar yağar gibi oldu ama tutmadı. hava çok soğuk.

***
sabah arkadaşım geldi kahvaltıdan sonra, cem uyurken hamilelikten, aileden, ortak bir arkadaştan, çocukluktan, büyümekten konuştuk. 
bir zamanlar nemrut'un tepesindeydik, derede tepedeydik, neredeyse 15 yıl olmuş. güneş battıktan, geceyi nemrut'ta geçirdikten sonra güneşin doğmasını beklerken donmayalım diye battaniyelere sarınmış, bu arada çok karizmatik fotolarla halimizi belgelemeyi de ihmal etmemiştik: arkada güneş doğuyor, önde battaniye içinde mosmor gözlerle ben, eee? neyse, bugün bizim rahat kanepelerde, battaniye altındaydık yine, nerden nereye: aynı bölüme düştüğümüz günden 15 sene sonra, çocuklarımız aynı yaşta, yeni bir tanesi yolda, biz hala konuşuyoruz burda.

Monday, December 29, 2008

5. gün: babalar ve oğulları sinemada

fotoyu çeken & günü anlatan: onur

Dün akşam yemeğinde yaptığımız programa göre Bolt'un sabah matinesine gitmek üzere kahvaltıdan sonra Cem'le birlikte evden çıktık. Yalın'la Sertan arabayla gelip bizi aldılar, hep beraber en yakındaki sinemanın bulunduğu alışveriş merkezine doğru yola koyulduk.

Günün ilkleri: İki iyi arkadaşın beraber filme gitmesi, hem de babalarıyla, ve ilk kez 3 boyutlu cazcı kardeşler gözlükleriyle film izlemesi
Keyifli anlar: Giderken arabada eğlence, ayakkabı göstermece, fazlasıyla gülmece, bilet sırasında heyecan, patlamış mısır
Keyifsiz anlar: Film çıkışı avm kalabalığında yemek peşinde koşturup masa bulamamak ve park yerindeki aşırı trafik nedeniyle arabayı orada bırakıp taksiyle dönmek zorunda kalmak
Mutlu son: Eğlenceli şoförü olan bir takside iki arkadaşın Sertan'a yaslanarak aynı anda uyuması
Film: Filme gelince, biraz film içinde film, onun için kafa karıştırıcı olabilir. Cem filmle ilgili sorularını daha çok elinden elektrik çıkan motorlu adamlar üzerine yöneltti, kötü adamların amaçlarını anlayamadığından yakındı (ki gerçekten filmde amaçları belirsizdi) Filmden sonra sorduğu sonsuz sayıda soruyla olup biteni anlamaya çalıştı. Filmdeki bir şarkı (Oscar'a da adaymış) çok güzeldi bence. Ben sevdim Bolt'u, Cem "biraz sevmekle" yetindi:

- biraz sevdim. 
hayvan ve adamları sevdim o kadar ama kötü adamları sevmedim, iyi adamları sevdim. 

Bu arada animasyondan laf açılmışken BOLT güzel bir filmdi ama benim özellikle Japon animelerine ciddi bir düşkünlüğüm var. Sonradan parantezi kapamak üzere 2 güzel önerim var: Grave of the Fireflies ve Komşum Totoro (Cem'in favorisi). 

Görüşmek üzere.

Sunday, December 28, 2008

4. gün: yalın & panna cotta


akşam yemeğe misafirimiz var. yalın annesi ve babasıyla birlikte bize geliyor. yalın'la cem 1 yıldan fazladır iyi arkadaşlar. önce yuvada onlar arkadaş oldular sonra da biz anne ve babalar. bu saatten sonra yeni arkadaşlar edinebiliyormuş demek insan, çocuklar sağolsun. cem'le yalın artık aynı yuvaya gitmiyorlar ama sık sık görüşüyorlar, görüşmezlerse birbirlerini çok özlüyorlar. yarın için sinema programı yapıldı yemekte, babalarla oğullar sabah matinesinde üç boyutlu bolt'a gidecekler. cem'in grup arkadaşlıklarından çok birebir arkadaşlıklar kurmayı sevdiği o çok küçükken bile belliydi. şimdiki yuvada da bir tane yakın arkadaşı var, en çok ondan bahsediyor, bahçede hep ikisi oynuyorlar ve birbirlerine resimler, kartpostallar hazırlayıp veriyorlar.

panna cottayı sevdiğim ve evde pratik olarak yapabileceğimi düşündüğüm için alıp arkadaşlarımın geleceği bir gün yaparım diye dolaba atmıştım. dün yaptım, yemekten sonra yedik, çok beğendik. tek sorun koşuşturan çocukları unutup panna cottayı 4'e bölmüş olmam ve tabağındakini bitirene kadar kimsenin bunun farkına varmamış olmasıydı. neyse olan oldu, zaten bu tatlı 4 kişilik. 

Saturday, December 27, 2008

3. gün: anne ben defne'yi çok seviyorum

alışveriş: 5 mandalina, 6 mandalina...
misafirimiz var öğleden sonra: defne'yle füsun.

geldiler işte.
defne battaniye üzerinde otururken cem onu çekiyor. ikisinin icadı parke üstü kayak: her buluşmada oynadıkları oyun. bi dakika birinin ayağı mı kaydı yoksa? füsun kurtarma timinde.

gece onur'la birkaç hafta önce ucuz dvdler arasında görüp aldığım bu filmi izledik. ismine bakıp geyiklerle dolu, sıkıcı bir film olmasından korkmuştuk ama öyle değil, bu gece izlemeyi istediğimiz hafiflikte, hoş bir filmdi. dvdnin ekstralarında yönetmen ve oyuncularla röportajlar ve kamera arkası çekimleri var. yönetmenle yapılan röportajdan:

ben hep hayatın ruhani tarafına ve insanların hayatlarını değiştirebileceklerine inandım. ve eğer isteklilerse hayatlarının gidişinde bir farklılık yaratabileceklerine... inanmak ve içindeki o inançla kendine güvenmek ve hatta doğaüstü güçlere güvenmek. ben hep etrafta melekler olduğuna inandım. bizi hayatımız süresince yönlendiren varlıklar olduğuna... her şeyin bir sebebi olduğuna, hiçbir şeyin tesadüf olmadığına...
... bence bu film insanların iyi hissetmesini sağlıyor. insanların sevdikleri için neler yapabileceklerini düşünmelerini sağlıyor ve sevdiklerine çok geç kalmadan söylemeleri gerekenleri düşündürüyor. bence bu önemli.

Friday, December 26, 2008

2. gün: haddimizi aşalım

bugün hava güneşliydi. kahvaltıdan sonra cem'le dışarı çıkmaya karar verdik. cem "ben aslında akşama kadar uyumak istiyorum ama olmaz, parka gidicem" dedi, biz çıkarken öğlen olmuştu ve cem uykulu görünüyordu. hava dünkü kadar soğuk değildi. park bomboştu, cem bir süre kumda oynadıktan sonra üşüdüğünü söyledi, biz de yemeğe gitmek üzere parktan ayrıldık. cem yemekten sonra her zamanki gibi dondurmasını yiyerek yürürken birden eve dönmek istediğini söyledi, üşümüş. 

eve dönünce cem geç bir öğlen uykusuna yattı, 2 saat uyudu. onur gelince şu seminere gitmek üzere evden çıktım. 

seminerden aklımda kalanları unutmadan (ve bölük, kopuk olmasından korkarak) ekliyorum:

"Eğitim, öğretmenlerin çocuklara sözcüklerle anlattıklarıyla değil, çocukların fiziksel ve sosyal çevrede geçirdikleri yaşantılarla gerçekleşir."
(Maria Montessori)

eğitici drama nedir?

* prof. dr. alev önder norveç'te bir ilkokulda öğretmenliğe yeni başladığı dönemde, okulun unesco konusunda çocuklar için düzenlediği tanıtım toplantısına katılır. bekleyen çocuklara toplantının pasta ikramıyla başlayacağı anons edilir. salonda bekleyen 350-400 çocuk vardır, anonsu duyunca sevinirler. o sırada kapılar açılır ve 2 servis arabasında 2 tane 2 katlı büyük pasta gelir, çocuklara karton tabaklar, plastik çatallar dağıtılır, pasta servisi başlar. salondaki çocukların yarısına pasta dağıtılmıştır ki pastalar biter. şanslı çocuklar pastalarını yerlerken diğerleri çatallarını tabaklarına vurarak durumu protesto ederler. bu sırada alev önder'in aklından "uygar, zengin, gelişmiş bir ülkede bile organizasyon bozuklukları oluyor, demek sadece bizde olmuyormuş" gibi düşünceler geçer.

çocuklar bir müddet protesto ettikten sonra okul müdürü sahneye çıkar:

- çocuklar, pasta hepinize yetmedi. neden? çünkü biz hepinize eşit dağıtmadık.
işte dünyadaki ülkelerin bir kısmı pastayı yiyip bitirirken büyük bir kısmı da pastadan paylarını alamıyorlar. unesco bu adaletsiz dağılıma karşı bu ülkelere yardım etmek için kurulmuş...." 

müdür dünyadaki kaynakların adaletsiz dağılımını çocuklara pasta örneği üzerinden birkaç cümleyle açıkladıktan sonra pastasız kalan çocuklara dağıtılmak üzere 2 pasta daha gelir. toplantı sonunda bazı çocuklar söz alır. pasta alamayanlar pastasız kalmanın; alanlar ise arkadaşları pastasız kalmışken pastaya sahip olmanın neler hissettirdiğini anlatırlar. böylece unesco'nun tanıtımı, hemen unutulacak belki de hiç dinlenmeyecek uzun ve sıkıcı nutuklarla değil, böyle kalıcı bir yolla yapılmış olur. norveç'te. bizden geçti, darısı bizim çocukların başına.

işte eğitici dramanın ne olduğunu anlatan güzel bir örnek. eğitici drama çok etkili ve kestirme bir eğitim aracıymış; bunu bilmiyordum. 

* hoca sonra içinde 4-5 farklı hayvanın geçtiği bir hikaye okudu. o okurken dinleyicilerin oturduğu her sıra bir hayvanı temsil edecekti, bizden temsil ettiğimiz hayvanın adı geçtiğinde o hayvanın sesini çıkarmamızı istedi. ben horozların arasındaydım, hikayede kırmızı horoz geçtiğinde kendi sıramdakilerle birlikte öttüm.

hikaye bittikten sonra çocuklara hikayeden yola çıkılarak hayatlarıyla ilişkilendirebilecekleri yönlendirici, didaktik olmayan sorular sorulabileceğini (sen hiç ördek gördün mü? gibi), ardından hep beraber ali baba'nın çiftliği gibi bir şarkı söylenebileceğini ve çiftlik hayvanları hakkında bir kesme yapıştırma çalışması yapılabileceğini anlattı. bu örnekte amaç, okul öncesi çocukların öğretmenleri ile oyun oynarlarken çiftlik hayvanlarının özelliklerini ve çıkardığı sesleri öğrenmeleri.

* eğitici dramanın sınıfın öğretmeni tarafından verilmesi önemli. birincisi çocuğun öğretmeniyle oyun oynuyor duygusunu yaşaması için çünkü çocuklar bunu sever ve isterler, ikincisi bu tiyatrocuların değil pedagojik formasyona sahip öğretmenlerin yapması gereken bir iş eğer bir okulda bu işi haftanın belli günlerinde tiyatro kökenli birisi gelip yapıyorsa bu doğru değil, etik değil. bu öğretmenin yapması gereken bir iş çünkü devamında çocuklara sorular, cevaplar, faaliyetler yer alacak. eğitici drama bu şekilde yapıldığı zaman anlamlı ve doğru olur. bir tiyatocu gelip bir oyun sergileyebilir ya da çocuklarla oyun oynayabilir ama eğitici dramanın işlevi farklı, o nedenle pedagojik formasyon sahibi biri tarafından verilmeli, eğer tiyatrocunun pedagojik formasyonu varsa olur.

* eğitimde çocuk bizi değil biz onu takip etmeliyiz. şu anki eğitim sistemi bunun tam tersi. okul öncesinde de ilköğretimde olduğu gibi çok fazla plan ve programa bağlı bir eğitim izleniyor. planlı, programlı, sonuç odaklı. bu çocuğun doğasına uygun değil. çocukla çocuk olmalı, çocukla birlikte oyun oynamalı. çocuk büyüğüyle, annesiyle, öğretmeniyle oyun oynamaktan büyük zevk alır. o yüzden çocuğun boyuna inip onunla çocuk olmalı, onun ilgisine, merakına, öğrenmeyi seçtiği şeye hitap etmeli. eski kapaklı dolaplar yerine artık okul öncesi kurumlarda açık raf sistemi var, çocuk istediği materyale ulaşabilmeli.

* eğitici dramada sonuca değil sürece odaklanmalıyız. çocuklara fazla müdahale etmemeli, düzeltmeler yaparak çocukların girişimciliklerini engellememeliyiz. amacımız sonuç odaklı çocuklar yerine süreçten zevk alan çocuklar yetiştirmek olmalı.

* eğitici dramanın ardından yapılan çalışmalarda çocuğun özgürce sorular sormasına izin verilmeli. sorular eleştirilip yargılanmamalı (soruyu beğenmeyince, aaa bak bu olmadı şimdi!) yoksa soru sormaktan çekinen, soru sormayan çocuklar yetişir.

* anne babaların çocukları ile ilgili korkuları, ergenlik döneminde keyif verici maddelere alışır mı türünden endişeleri olabiliyor ama anne babalar çocuklarını tanımıyorlar, gençlik kültürünü hiç bilmiyorlar, o zaman çocuklarıyla nasıl diyalog kuracaklar? diyalog için çocuğa yakın olmak, ilgisini, hobilerini onunla ömür boyunca paylaşmak gerekir.

* duygular eğitimde çok önemli. öğrenmeye duygular eşlik ederse, öğrenilenler kolay kolay unutulmuyor. (kütük gibi "almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık" diye hatmedince ama, her şey unutuluyor!)

- ne hissettin
- duygunu yaşa
- duygunu göster

duygularını ifade etmeyi bilen bireyler hırçınlık yapmazlar, sakin olurlar. kendini ifade edemeyenler daha hırçın ve kavgacı olurlar. çocukları kendilerini sözel olarak ifade edebilecek şekilde yetiştirirsek daha az kavga ederler. biz de birlikteyken duygularımızı paylaşarak onlara duygularını gizlememeyi öğretebiliriz.

gerçek duyguyu ifade etmeyi yetişkinler de bilmiyor. iletişim sorunlarının önemli bir sebebi bu.
duyguları gizlemeye gerek yok. son ana kadar bekletip patlamak yerine;

- kızgınım.
- kıskandım.
- haksızlığa uğradığımı düşünüyorum.

eğitici drama çocuklara duygularıyla yüzleşmeyi, duygularını tanıyıp onları ifade etmeyi öğretiyor.

* çocuğunuzla birlikte hayali bir duvar düşleyin. o duvarı boyayın. bir müzik koyun. fırçayla, elinizle, parmağınızla, dirseğinizle, dizinizle, sırtınızla, başınızla yerde duran istediğiniz renkteki hayali boya kovasıdan boya alıp o duvarı boyayın, resim yapın. sonra bırakın çocuğunuz anlatsın ne çizdiğini. yaptığı güneşin rengi morsa bırakın mor olsun, onun güneşi de mor olsun, ne çıkar? herkesin güneşi sarı mı olmak zorunda?

* insanlar biraz da hadlerini aşmalı. hep belli sınırlar içinde durmaya teşvik ediliyor çocuklar, hatta okullarda sessiz sakin oturmaya. bu insanın doğasına aykırı, hareket etmek üzere yaratılmışız, engellenmek için, her söyleneni yapmak için değil. anne babaların her dediğini yapsaydık onlar gibi olurduk halbuki onlardan ilerde bir şeyler yapmak için yaratıldık. uygarlık hadlerini aşan, farklı şeyler deneyen insanlar sayesinde ilerliyor. 

hareket edip sınırları aşmak uygarlıktır. bırakın çocuklar seslerini çıkarsın. 

bu noktada son bir uygulama daha yaptırdı hoca bize:

- önce elleri çırpmak istedik, elleri hızla birbirine yaklaştırdık ama tam vuracakken geri çektik, çırpmadık. bir süre böyle engellendik, kollar baskılandı sonra izin çıktı, ellerimizi çırpmaya başladık, alkış sesi koptu.

- sonra aynı engellenmiş hareketi ayaklarla. ayakları tam yere vuracakken geri yukarıya. bacaklardaki baskıyı hissediyor muyuz? izin çıkınca bütün salon ayaklarını yere vurdu ve yer gök inledi.

- en son yumruklar önde ve sessiz çığlıklar rüyadaki gibi, bağırırsınız bağırırsınız sesiniz çıkmaz ya. sesimiz engellendi. izin çıkınca salon çığlığı bastı, koca bir gürültü.

evet, bir şeylerin değişmesini istiyorsak sesimizi çıkarmak zorundayız.

Thursday, December 25, 2008

geçen sene bugün

1. gün: like a rolling stone (25/12/2008)

cem'in yuvası bugünden 5 ocak'a kadar tatil. havalar çok soğudu burda, yağışlıydı da, bugün çıkmadık, ilk günümüz evde geçti. madem evdeyiz, bir tatil günlüğü yapabiliriz diye düşündüm sonra dönüp baktığımda, günlük ayrıntıları hatırlamak iyi oluyor.

cem oynarken kap kek var mı (o ne ya?) diye sorunca kurabiye yapmaya karar verdik. kolay kurabiye vardı hani ondan yaptık fakat ya aldığı kadar un olayını abarttık ya da tepsiyi fırında 5 dakika fazla tuttuk, kurabiyeler biraz kaya gibi oldu. cem yerken azı dişlerini kullandı ama tadı her zamanki gibi güzeldi. şimdi yazarken kahveyle yiyorum, tıkır kıtır.



cem neşeliydi bugün. evde olmak hoşuna gidiyor. oynarken birden "televizyonu açsana ses olsun izlemiycem, çok sessiz oldu" dedi gülerek. ses olsun diye tv açtığımız olmamıştı hiç, "git bi müzik koy öyleyse" dedim. kendi cdleri arasından new orleans playground'u seçti, biraz dans ettik neşeli neşeli.

öğleden sonra yemekteyiz'i açtım, mükarrrrem hanım'ın neler yapacağına yan gözle bakarken korsancılık oynadık, o sırada televizyon tamircileri geldi, tv kapandı cem doğrularıyla yanlışlarıyla kediler kitabını getirdi. biraz okuduk, sorduk, cevapladık. tamircilerin açtığı sünger bob'u gören cem tv izlemek istedi. sabah 20 dakika izlemişti, 10-15 dakika daha izledi. bu işi de sınırlı tutmaya çalışmak ipte yürümek gibi, çok zor. bu arada hava kararmıştı, ben aradığım bi kullanma kılavuzunu bulamadığım için kızgındım, bir şeyi arayıp arayıp bulamamak, hoff... daha çorba yapacaktım, mutfağa girdim.

son zamanlarda iştahı iyice azalan cem'in akşam acaba ne yiyebileceğini düşünürken biraz daha sinirlendim kendi kendime. başka bir şey yemek istemezse bile iyi bir çorbayı reddetmeyebilir derken şöyle bir çorba çıktı ortaya:

sebzeli mercimek çorbası

* yarım su bardağı kırmızı mercimek
* yarım su bardağı kabuklu mercimek
* 1 litre (+ pişirirken eklediğim yaklaşık 2 bardak su)
* bir küçük soğan, yemeklik doğranmış
* bir ufak kırmızı biber
* bir ufak havuç
* bir avuç brokoli
* iki diş sarmısak
* tereyağ
* kuru nane, kırmızı toz biberi kırmızı pul biber, karabiber, tuz

* malzemeleri yıkayın, doğranacakları doğrayın.
* tencereye suyu koyup önce mercimeği kaynatmaya başlayın, mercimekler yumuşamaya başlarken haşlanma sürelerini düşünerek sebzeleri (sarmısaklar hariç) eklemeye başlayın. sebzeleri daha sonra atıyoruz, en kolay pişen brokolileri en son olacak şekilde. sebzelerle birlikte tuz ve dilediğiniz kadar karabiberi ekleyin.
* pişerken çorbanın çok koyu olacağını düşünürseniz biraz daha su ekleyin.
* sebzeler yumuşayınca ateşten alıp biraz bekledikten sonra çorbayı blenderdan geçirin.
* bir kaşık tereyağ eritip içine kuru nane, toz ve pul kırmızı biberi karıştırdıktan sonra karışımı çorbaya ekleyin.
* ben sarmısakları en son rendeleyip ekledim çorbaya, pişirmeden. siz isterseniz erittiğiniz tereyağına da katabilirsiniz.

gece onur'la my kid could paint that diye bir belgesel izledik. iyi bir film olduğunu düşünmüyorum ama kısaca bahsedicem. film herkesi şaşkınlığa düşüren ve bir anda ünlenip, tabloları binlerce dolara satılmaya başlayan 4 yaşındaki marla olmstead'in gerçekten bir dahi olup olmadığı sorusuna cevap ararken, soyut ya da modern sanatı da tartışmaya çalışıyordu sanırım. marla'nın babası pek hırslı göründü bize, tablolarını sergileyip pazarlayan galeri sahibi de pek tekin gelmedi, emlakçı havası vardı halinde, bir de soyut resme kenan kainatça bir yaklaşımı vardı; o da picasso'nun resimleri için "ne var, bunu ben de yaparım" dememiş miydi? e yapsana o zaman.


filmde sıkça fikir beyan eden new york times baş sanat eleştirmeni michael kimmelman filmin sonunda şöyle dedi:
fotağrafçı cartier-bresson, insanların fotoğraflarını çekmek korkunç bir şeydir derdi. bir şekilde sınırlarını ihlal etmek. hatta barbarcadır derdi. çünkü aslında onlardan bir şey çalıyorsunuzdur. çünkü onları bir şeye zorluyorsunuzudur. bu işlemin içsel adaletsizliğini sezmişti. tüm yazarlar, tüm hikaye anlatıcılar, bir şeylere kendi bakış açılarını empoze ederler. yani tüm sanatlar bazı açılardan yalandır. bir şey bir şeyin resmi gibi görünebilir ama o şey değildir. o şeyin temsilidir. senin belgeselin de bir seviyede, yalan olacak. bir şeylerin senin tarafından inşa edilmesi. nesneleri inşa etme biçimi. bu senin gerçeği nasıl yansıtacağına ve belirli bir hikayeyi nasıl anlatacağına karar vermenle ilgili.

Tuesday, December 23, 2008

bebek beslenmesi: 3. bölüm - sütü arttırabilir miyiz?


* süt ile ilgili kaygılarınız olmasın. rahat olun.

* can sıkan insanlardan uzak durun. bu bebeğiniz ve sizin için çok değerli bir dönem, kimsenin canınızı sıkmasına izin vermeyin. yeni doğan bebeğinize bakmak zaten yeterince zor. sizin enerjiye ve huzura ihtiyacınız var, bunları sizden almak isteyen kim olursa olsun ona izin vermeyin.

* dinlenin. bebek uyuyunca sen de uyu derler değil mi, ben bunu neredeyse hiç yapmadım. uyumasanız bile ayaklarınızı uzatıp dinlenmek, birkaç satır bi şeyler okumak, gözlerinizi kapatıp gündelik hayatın akışı dışında bir şeyler düşünmek, uyuyabiliyorsanız birkaç saatlik bir öğlen uykusu süt üretiminde gözle görülür bir artış sağlıyor.

* emen bebekler geceleri deliksiz uyumazlar pek, sizinki uyuyorsa çok şanslısınız. ben uyuyan bebeğin uyandırılıp emzirilmesi taraftarı değilim, o yüzden cem'i hiç uyandırıp emzirmedim. deliksiz uyku da süt kadar gerekli ayrıca hazır o uyurken yapmak istediğim öyle çok şey vardı ki hangi birine saldırsam diye düşünürken bunlardan biri kesinlikle cem'i uyandırıp emzirmek olmuyordu zaten cem'in uykusu 3 saati geçmezdi. (bebeğiniz bir yatışta 6 saat uyuyorsa kaldırıp emzirmeniz gerekebilir çünkü bebeğin tek besini anne sütü olduğunda belli aralıklarla emzirmezseniz göğüsler sütle dolup taşıyor, rahatsızlık veriyor ayrıca o ilk günler 6 saat bebek için de uzun bir süre olabilir, bunu bilmiyorum. cem'den gördüğüm aç bebeğin hiçbir şekilde avutulamadığı yani bir bebek açsa ne yapsanız boş, ağlayacaktır, bu durumda uyuması da imkansız gibi geliyor çünkü benimki açsa uyumazdı, uyuyorsa toktu demek ki uykusu vardı, uyandırılmamalıydı.)

* büyüdükçe cem'in uyuduğu saatler uzadı ama emdiği 16 ay boyunca geceleri zırt pırt kaldırdı beni, kalkmak istemediğim geceler yanımıza yatırıp uyurken emzirdim. şu anda geceleri öyle hacıyatmaz olmak inanılmaz görünüyor gözüme sanırım emzirirken gece uykusuzluğuna karşı bir formül üretti vücudum, bir şekilde sabırlı, sakin ve az uykuya dayanıklıydım o aylarda. yoksa ben sabahın köründe yaşamayı seven bir insan değilim. sabah erken yatıp akşam erken kalkayım, budur bioritmim ama tabii ki öyle yaşayamıyorum, belki bir gün olur :)

* her şeyi kontrol altına almaya çalışmayın. kaç dakika emeceğine, kaç dakikada bir emeceğine bırakın bebek karar versin. cc ve dakika freak olmayın, bu ikisine takmak anneyi de bebeği de yıpratır. iki gün önce arkadaşım söyledi çocukların termostatını bozuyoruz tabaklarındaki yemekleri bitirtmeye çalışırken, kendi belirlediğimiz porsiyonları dayatırken; sonra da büyüyünce obezite... hiç inanamıyoruz değil mi doyduklarına?

evet, her bebeğin bioritmi farklı, kitaplar bilemez benim bebeğimin kaç saatte bir acıkacağını, kaç cc emeceğini, kendisi bilir ve bana anlatır, ben anlarım, vücudum ona göre süt üretir. bebekle anlaşmak gerçekten zor değil. ağlıyor derdini anlatmasının başka yolu yok, ah bi konuşsa.. diye duyarım bazen, öyle mi sanıyorsun, bal gibi de anlatıyor derdini, belki sen böyle düşündüğün için duyamıyorsundur.

bebeğinin neyi istediğini zamanla anlar anneler. biraz zaman, doğar doğmaz değil, ilk gün değil belki ama izledikçe, yakından baktıkça, dinledikçe bize öğretir bebek. e anlamadığınız zamanlar olmaz mı, olur tabii ama anladıklarınızın yanında devede kulak.

* 16 aylık emzirme sürecinde sütümü arttırmak için özel bir şeyler yiyip içmedim ben zaten ilk aylar emzirmek için oturduğunuz anda inanılmaz bir susuzlukla kavrulur gibi oluyorsunuz, her sehpada kovalarla su dursun istiyorsunuz. normal bardaklar iş görmez oluyor. susayınca su için, acıkınca yemek yiyin bana sorarsanız. bebeğe gaz yapan yemekler var mıymış, süt arttırıcı yemekler nelermiş, tatlılarmış, içeceklermiş bence bu kadar detayla uğraşmaya gerek yok. ben yalnızdım, ne pişirebiliyorsam onu pişirip yedim, kimi zaman vaktim olmadı, canım istemedi, öğün atladım, aç kaldım buna rağmen 6 ay sadece anne sütüyle besleyebildim (5. ayda meyve ve yoğurdu hafif hafif tattırmaya başlayarak çünkü cem elimdeki muza falan atlamaya başlamıştı o ayda) yediklerim yüzünden cem'de bir gaz sorunu yaşadığımızı düşünmüyorum ama aç kalınca sütüm azalırdı; cem'in emme süresi uzardı, ordan biliyorum.

doğurmak, emzirmek bunlar doğal işler. doktorum doğum fizyolojik bir olay, doğumların çok büyük bir kısmı kendi kendine gerçekleşebilir, doktor doğumlarda doğan çocuğu düşmesin diye tutmak için durur aslında demişti. tabi buralarda öyle olmuyor, çocuğu biz kendimiz doğurmuyoruz çünkü normal doğum yapmamamız için her zaman bir sebep var ama bu başka bir konu. ne diyordum emzirmek de doğal bir olay, üzerinde çok çalışmak, kafa patlatmak, dakikalara, programlara bağlamak, sütü sağıp süzüp kaç cc olduğuna falan bakmak gerekmiyor. pompa zorunlu durumlar (bebekten ayrı kalacağınız zamanlarda, yenidoğanı hemen emzirmeniz mümkün olamadığında...) için faydalı bir icat olabilir ama onun dışında bence gereksiz. doğumdan önce ilk alınacaklar arasında olmasına gerek yok, hastanelerde pompa bulunuyor zaten.

yeni doğuran kadın kendini bilgi bombardımanına maruz kalmış hissedebilir. henüz pek tecrübeniz olmayan bir konuda her kafadan bir ses çıkar: kitaplar, internet, yoldan geçenler, büyükler, arkadaşlar, akrabalar, doktor, hemşire, şimdi burda ben... evet, böyle bir durum var, belki bizim topluma has.

konuya dönersek, acaba siz gerçekten hiçbir şey bilmiyor musunuz? bütün bunları hiç duymamış, dinlememiş, okumamış olsaydınız ve günü geldiğinde bebeğinizi kucağınıza almış olsaydınız gerçekten bilemeyecek miydiniz ne yapacağınızı? bence biliyoruz, ne yapacağımızı biliyoruz, bebek doğduğunda nasıl emmeyi biliyorsa biz de aslında biliyoruz ama bildiklerimiz o kadar derinlerde kalmış, üstüne öyle çok bilgi, laf, söz yığılmış ki bazen bu yüzden bildiğimizi kullanamıyoruz.

ben doktor, hemşire, en iyi kitap, pedagog (gitmedik gerçi ama gidenlerden aldığım bilgiler oldu), takip ettiğim forum, konu komşudan önce kendi içimden geleni yapmaya çalıştım ama bildiğimi yapmaya karar verene kadar maruz kaldığım bilgi bombardımanı çok kafamı karıştırdı, bana zaman kaybettirdi şimdi aynı şeyleri bir kez daha yaşıyor olsam kendimi daha rahat hisseder, burnumun daha bi dikine giderdim.

evet, bıkmıştım sormadan anlatanlardan ama şimdi bakıyorum da gerçekten çok zevkli bu konuda konuşmak. insan biliyorum, ben de yaşadım, anlatayım yahu diye düşünüyor, belki bi işe yarar :p ve bunları öyle çok kadın yaşamış oluyor ki siz yaşayana kadar, her sınıftan, yaştan, eğitim seviyesinden, akrabalık derecesinden, bakış açısından... biri bi şey demezse diğeri diyor. dayatmadıkları ve sizi kötü hissettirmedikleri sürece sorun yok, gerçi o da ince bir çizgi... neyse biz bırakın anlatalım siz bildiğinizi yapın, zaten geçti gitti, biz de bu bahaneyle o günleri yad ediyoruz işte :)


Monday, December 22, 2008

bebek beslenmesi: 2. bölüm - emzirmeyi öğrenmek

ilk günlerde emzirme sabır işi, öğrenilecek bir beceri; bebeğinize ve kendinize şans tanıyıp öğrendiğinizdeyse sterilizasyon, ısıtma, geceleri mutfağa gitme gibi mecburiyetlerden uzak, zahmetsiz bir besleme şekli. ek gıdalara geçerken bu rahatlığın sonuna geldiğimiz için telaşlandığımı hatırlıyorum.

unutmayın

* doğumdan hemen sonra bol süt gelmeyecek. süt bebek emdikçe gelecek.
* doğumdan sonra ne kadar erken ve sık emzirirseniz süt yapımı o kadar artacak.
* ilk 12-24 saat bebeğiniz her emzirmede bir çay kaşığı süt içer. sütünüzü göremezsiniz ama bebeğiniz için tüm gerekenleri içerdiğini bilin! tık

kolostrum (ağız sütü)

doğumdan sonraki ilk 4-5 günde salgılanan sütün adı kolostrum. bu bildiğimiz anne sütünden daha farklı bir içeriğe sahip ve çok yararlı.

çatlaklar

memedeki çatlakların sebebi bebeğin uzun emmesi değil, doğru emzirmeyi tam öğrenememiş olmamızmış. ilk günler yaşanan zorlukların sebebi tecrübesizlik yoksa aylarca emzirmek mümkün olur muydu? bu ilk günlerde yakın zamanda emzirmiş bir arkadaşın ya da emzirdiği zamanları hatırlayan, halden anlayan bir büyüğün desteği çok işinize yarayabilir. belki bazı hastanelerde verilen doğum öncesi seminerlerine katılmak istersiniz, benim tercihim yakınların doğum sonrası birebir desteği. doğru emzirme tekniğini ne kadar erken öğrenirseniz, çatlaklardan o kadar çabuk kurtulursunuz hatta çatlak sorununu hiç yaşamayabilirsiniz.

doğru emzirme derken bebeğin meme ucunu kolaylıkla ve doğru şekilde kavrayıp emmeye başlayabilmesini kastediyorum. bebek memeye doğru yerleşmeli yoksa yeteri kadar ememez + çatlaklara sebep olur.

kolostrumdan sonra

doğumdan sonraki 5.- 6. günlerde kolostrum sonrası, olgun süt üretimiyle birlikte göğüslerde şişkinlik ve gerginlik başlar. bu dönemi kendimde ve arkadaşlarımda biraz acılı bir dönem olarak hatırlıyorum. aşırı gerginlik nedeniyle bebek memeyi kavrayamayabilir. bu durumda sütü elinizle biraz sağıp göğsü yumuşatarak bebeğin kavramasını kolaylaştırabilirsiniz ya da pompa kullanıyorsanız, sütü pompayla sağıp daha sonra kullanılmak üzere saklarsınız. bebeği istediği sıklıkta emzirmek şişliği azaltır. özellikle ilk günlerde sütünüzü pompayla çok fazla sağmanızı tavsiye etmem çünkü süt üretimi talebe bağlı, üretilecek sütün miktarını bebeğiniz belirlemeli, sütü pompayla fazla sağmak bebeğin ihtiyacından fazla süt üretilmesine ve mastite sebep olabilir.

evde ilk günler

yeni doğan bebeğin uzun uzun uyuduğunu sanırdım ben ama uyurken bile hep kucağımda, sürekli memede kalmak isteyen bir bebeğim var. bir hafta öncesine kadar rahim içinde yaşayan bebe, dış dünyaya alışırken cem gibi kucağınızdan inmek istemeyebilir. büyüdükçe sizden ayrı kalmayı öğrenecek, bu süreci hızlandırmaya çalışmak anne ile bebek arasında kurulmaya başlayan bağı zedeler ve ilerde ayrılma konusunda zorluklar yaşatır.

bu dönemde yaşadığım sorunlar: çatlaklar, süt üretiminin başlaması ile birlikte şişlikler, emme süresinin uzunluğu ile ilgili şaşkınlıklar.

ne yaptım?
1) doğru emzirme tekniğini öğrendim
2) bebeğimi onun istediği sıklık ve süre boyunca emzirdim. bu süre bazı günler gerçekten çok uzundu, o emerken ben kitap okudum
3) çatlaklar için medela purelan krem kullandım
4) emzirirken ve emzirme aralarında dakika tutmadım, kendime göre bir beslenme rutini oluşturmaya çalışmadım, bebeğime ayak uydurdum. başını çevirip memeyi aramaya başladığı anda emzirmeye başladım.

cem büyüdükçe daha kısa sürede daha çok sütü emebilmeye başladıysa da arada yine sütü arttırmak için ilk günlerdeki gibi uzun uzun emdiği oldu. ilerleyen hafta/aylarda uzayan emme süreleri, sütün yorgunluk, stres gibi nedenlerle azalmasına ya da bebeğin büyüme ataklarına (hızlı büyüdüğü için daha fazla süte ihtiyaç duyduğu günlere) bağlı olabilir.



faideli bir site:

ek
doğum sonrasında benden farklı bir tecrübe yaşayan AycA'nın pompa ve mastit konusunda bir notu var:

Yasemin merhaba,
Emzirme yazılarını okudum bir solukta.. bende 20 ay emzirmiş bir anne olarak ve de emzirmeyi hemen hemen senin gibi yaşamış olarak paylaşımın için teşekkür etmek istedim.. bir nokta var benim eklemek istediğim pompa ile ilgili.. pompa ile sağmak konusunda ilk günler çok sağmak mastite sebep olabilir demişsin .. aslında ilk günler sağmamak süt birikimine sebep olabiliyor ve bu süt birikimi mastit yaratıyor. Misal benim sütüm 3. gün geldi aynı senin gibi 3 gün boş meme emdi oğlum 3. günün gecesi evde yatakta acımdan ölüyordum süt inanılmaz şişirdi ve çok yağlı bir süt geldi oğlum 5 dakikadan fazla ememiyordu doyup uyuyordu. Bende belli bir rutin izlemedim ne zaman istese verdim sütü ama doyuyor uyuya kalıyordu 5-10 dakika arası geri kalan sütü ise meme tutmak doğru değildi çünkü canımı acıtıyordu. Bu anlamda ilk günler bebeğin talebinden fazla olabiliyor süt :) pompa faydalı bir alete dönüşüyor..
herkese bol bol emzirmeli günler diliyorum :)
İzninle emzirme yazıma linklerini koymak istiyorum

ayça merhaba, 
notunu yazıya ekleyeceğim çünkü seninki farklı bir tecrübe, bende böyle bir birikim olmuyordu sanırım sütüm tam yetiyordu. cem'in emip uykuya dalması gibi bir durum pek olmuyordu, gözleri kapalı da olsa sürekli memede; o nedenle birikim olmuyordu. sütüm ilk gün başlamıştı galiba çünkü işte daha hastanede bile bir günde 100 gr. almıştı ama bende hiç süt fazlası olmadı, o yüzden de pompaya ihtiyaç duymadım.
linkleri koyarsan sevinirim :)
bir de ben sizi emirgan'da görmüştüm, lale zamanı, uzaktan seslenmiştim, hatırlıyor musun :)

Friday, December 19, 2008

bebek beslenmesi: 1.bölüm - emzirmeye giriş

doğum: 2004.7.7 - 40. haftanın ilk günü  

03:18 bebek dostu hastanede epiduralli sezaryen ile doğum yaptım. hastanede 4 gün kaldık.

04:00 odaya geldim, cem'i getiren hemşire nasıl emzireceğimi gösterdi, cem bütün bebekler gibi emmeyi biliyordu, ilk sefer çok çok kolay oldu. süt geldi-gelmedi, cem memeyi aldı-alamadı gibi sorunlar yaşamadık; cem emdi ve uyudu.

günün devamı: bebek dostu hastanenin bazı yeni doğan hemşireleri emzirme konusunda anneye nasıl yardım edileceğini bilmiyorlar. hele bir tanesi var ki, çok fena, zorlayıp duruyor insanı, hem işini bilmiyor hem de aksi. yan dönün, sola dönün, sağa dönün, şu yastığı şuraya koyun... hoff... o gelince dakikalarca uğraşıyoruz emzirebilmek için. 

2. gün: emzirmek o kadar da kolay değilmiş, bebeğin memeyi yakalaması bazen çok zor. hemşire de tecrübesizse olmuyor, canım yanıyor, uzun süre emdiği için de acı artıyor. ilk gece ateşlenip bayılmışım, cem ağlamış, duymamışım bile.

neyse ki bugün emzirmeyi hastaneye ziyaretimize gelen halamdan 2 dakikada öğrendim, bir daha da yardıma ihtiyaç duymadım zaten "yardımlar" işi uzatıp zorlaştırıyordu. bu arada televizyonda bir kanalda emzirme konusunda bilgilendirici film yayını 24 saat ama benim bu filmden pek yararlandığım söylenemez.

bir hemşire geldi, "bebeğiniz ağlıyor, sütünüz yetmiyor herhalde, pompa getirip süt miktarına bakacağız." dedi.

yetmiyor mu? 

"gerek yok pompaya, daha dün doğdu, sütün yetip yetmediğini anlamak için erken. ben biliyorum, sütüm var. pompayı getirmeyin daha yeni emdi, pompayla bir şey gelmeyecek."
hemşire: "bi getirelim, bakmamız lazım."

istemiyorum diyorum, dinleyen yok ki. cem çok uzun emmişti, pompayla hiç süt gelmedi. bundan sütüm yok diye bi sonuç çıkaracaksak yandık. olmasa ben hissederdim.

birkaç saat sonra yenidoğan doktoru geldi ve "emmesi bitince 10 cc mama takviyesi yapalım, doymuyor olabilir." dedi. cem diğer bebeklere göre daha fazla ağlıyormuş ama öyle abartılı bir durum yok bence. uzun süre emerse güzelce uyuyor ama çok uzun emiyor, bu da çatlakları başlatıyor, acıyor.

"mama takviyesi yapmayalım, istemiyorum. çok erken daha."
doktor: "10 cc hiçbir şey değil ki, şu kadarcık."
"ben biberon kullanmak istemiyorum, gerçekten mecbur kalmadıkça anne sütü dışına çıkmayacağım. sütüm olduğunu düşünüyorum, mama vermeyin."

mamanın tadını alan bebeklerin anne sütünü reddedebildiğini okumuştum, mama daha şekerliymiş + biberondan içmek daha kolaymış, böyle değilse bile istemiyorum, biberon istemiyorum, bir damla bile mama istemiyorum o anda. cem'in doğumdan sonra, sütten önce gelen kolostrumdan başka bir şeye ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. hamileyken pompa, biberon ve mama kullanmamaya karar vermiştim. bunları kullanma özgürlüğümüz olduğu gibi, kullanmama özgürlüğümüz de olmalı. herkes çok cins bi tip olduğumu düşünüyor sanki ama fikrim sabit.

hastanede 3. gün, öğleden sonra
yenidoğan doktoru: "rekor kırdınız, cem 1 günde 100 gr. almış."
biliyordum, yeteceğini biliyordum. o gün emzirmenin en önemli koşulunun sütün geleceğinden ve yeteceğinden şüphe etmemek olduğunu gördüm. bu arada, meğer cem'in sürekli emerken bir bildiği varmış. cem durmadan emerek süt üretimini başlattı ve sütü kısa sürede arttırdı. "bak gözü kapalı, uyuyor, emmiyor; boşa emiyor, memeyi bıraktır artık" türü sözleri dinlemeyebilirsiniz. bebekler neyi niye yaptıklarını bilirler, siz kendinizi ve bebeğinizi dinleyin.

yenidoğan sarılığı geçirmedi cem, 3 geceden sonra çıktık hastaneden. bu arada cem'in sakin bir bebek olmayacağı belli; kuzu burcu değil, keçi burcu.

hastaneden çatlaklar için medela purelan krem verdiler. bu krem iyi geldi, ilk haftalarda kullandım, daha sonra gerek kalmadı. bir de C şeklinde bir yastık önerdiler, emzirme yastığıymış, hastanede satılıyordu, aldım çıkmadan, evde uzun süren emzirme seanslarında çok işime yaradı, benden sonra arkadaşlarım da kullandı.

hastanede emzirme:
* kim bilir kaç kere okudunuz bunu: doğumdan hemen sonra, mümkünse ilk 1 saatte emzirmeye başlayın.
* bebeğinizi sık sık, uzun uzun, bol bol emzirin, bebeğin emmesi süt üretimini tetikliyor. bebek ilk günlerde sadece karnını doyurmak için değil kendisini büyütecek sütün üretilmesi için de emiyor.
* anneyle bebeğin arasındaki ilk bağlar emzirme sırasında kuruluyor.
* doğru emzirme tekniğini gösterebilecek tecrübeli birini bulun.
* kendinize güvenin, süt yoksa, azsa; yetmeyecek, yetmiyor... diyenler varsa bile dert etmeyin, rahat olun, süt gelecek. endişe sütü kaçırır.
* emzirirken rahminiz eski şekline daha hızlı döner, doğum sancısından daha hafif olan kasılmaları (hafif başlayan ve 20. saatin sonunda iyice şiddetlenen sancıları çektim. bu da başka bir hikaye) ilk günler her emzirme seansında hissedersiniz.

emzirme daha ilk andan itibaren annenin çok kararlı ve metin olması gereken bir konu olarak karşımıza çıkıyor. belki yurdumuzda böyledir bilmiyorum çünkü birileri sürekli sütünüzün kesin yetersiz olduğunu, yaramadığını, bebeğin bu yüzden ağladığını tespit eder; birazcık büyüdüğünde bebeğinizin neden topaç gibi olmadığını sorar, mama takviyesi önerir... onun  torunu 3 aylıkken 6 aylık gibi duruyordu, sizinkinin hali nedir böyle, yaramamış sütünüz işte. bir de siz daha ne kadar emzireceksiniz sorması ayıp? neeee, 6 aydan sonra anne sütünün hiçbir işe yaramadığını bilmiyor musunuz :p 

Wednesday, December 17, 2008

domates çorbası

sonunda cem'in sevdiği domates çorbası tarifini buldum! bundan yaklaşık 2 yıl önce domates çorbasını çok sevdiğini beyan etti cem. ilk defa bir yemeği sevdiğini söylediği için çok şaşkın ve mutluydum. bebekken yemek işini eline koz olarak vermişim, daha yeni akıllanıyorum, akıllandıkça da yeme-içme işi bir dert olmaktan çıkıyor ama bunu sonra anlatırım. cem domates çorbasını günde 2 saatliğine gittiği oyun grubunda içip sevmiş, hemen yaparım ben de, ondan kolay ne var?

mevsim yaz olduğu için çorbayı domatesle yapmaya karar vermiştim. ilginç bir şekilde o güne kadar hiç domates çorbası yapmamıştım, aslında ilginç değil, yemek repertuarım belli, dönüp dolaşıp aynı 4 çorbayı yapıyordum, mutfakta bilmediğim yollarda dolaşırsam vakit kaybedebilirdim, hem nerde yeni tarifler bulup denemek için vakit o günlerde. 
takip ettiğim iki yemek sitesindeki tariflere baktım. önce evcini'ninkini denedim. çorbayı tabağa koyup cem'i masaya oturttum, o zamanlar hala ben yediriyordum, kitap okuyarak. cem'in yemek kozlarını nasıl elde ettiğini görüyorsunuz değil mi?

- bak işte sevdiğin domates çorbası, hadi bakalım.

nefesimi tutup ilk kaşığı verdim:

- bu benim sevdiğim çorbadan değil.

yerle yeksan oldum. çorbayı bitirmedi, zorla birkaç kaşık içti, tamam. 
ne sanıyordum ki?

x0x0x0

cem domates çorbası içtiği günler eve döndüğünde bu çorbayı çok sevdiğini mutlaka söylüyordu. ikinci sırada portakal ağacı'nın tarifi vardı ama olmadı, bu da cem'in sevdiği domates çorbası değildi. bu işin o kadar kolay olmayacağını tahmin etmeliydim.

cem bu çorbayı seviyor, istiyor ama ben bir türlü onun istediği çorbayı yapamıyordum. emine beder'e bile baktım, elimdeki diğer kitap tariflerini denedim ve en sonunda vazgeçtim. git yuvada ye, ben yapamıyorum. yeter!

birkaç ay önce, bir dergide, tefal reklamı sayfasında bir domates çorbası gördüm. sayfaya, bi dolu tarif denemiş, olmayınca domatesi bırakıp salçalı tariflere geçmiş, en sonunda da bu işten temelli vazgeçmiş birinin kayıtsız haliyle baktım.

malzemeler:

* 1 çorba kaşığı tepeleme un
* 1 çorba kaşığı dolusu domates salçası (ev yapımı ya da organik olsun)
* 1 çay kaşığı acılı biber salçası (ben acısız koyuyorum)
* 4 su bardağı soğuk su
* 1 çay kaşığı tuz
* 1 çay kaşığı kırmızı toz biber
* 1 çay bardağı süt ya da 1/2 çay bardağı krema
* 2 çorba kaşığı tereyağ (tarif margarin demişti) veya 3 çorba kaşığı bitkisel sıvı yağ

yapılışı:

* derin bir kaba salça, tuz ve kırmızı toz biberi koyup soğuk suyu yavaş yavaş salçalı harca karıştırarak ilave edin.
* çelik tencereye tereyağı koyun. yağ eriyince unu ekleyip pembeleşinceye kadar kavurun.
* un pembeleşince salçalı sosu tencereye yavaşça karıştırarak ilave edin.
* tenceredeki çorba kaynamaya başlayıncaya kadar yavaş yavaş karıştırın.
* çorba kaynamaya başladıktan 10 dk. sonra süt ya da kremayı katıp ocağı kapatın. 4-5 defa karıştırın. çorba servise hazırdır. dilerseniz çorbanızı kıtır ekmek ve kaşar ile servis yapın.

iyi, kolay, deneyeceğim son kez... uzun bir aradan sonra yeni bir domates çorbası için mutfağa girdim. cem artık başka bir yuvaya gidiyor, domates çorbasını burda da çok güzel yapıyorlar, hala her seferinde gelip anlatıyor, anlaşılan bu çorbanın nasıl yapıldığını bilmeyen bi ben varım. 

oldu! henüz tattırmadan anlamıştım istediğini bulduğumu, işte bu, en güzel tarif bence de bu. aradan geçen 2 senede kendi başına yemeyi öğrenmiş olan cem ilk kaşığı ağzına götürdü ve babasından öğrendiği şekilde "nefisss" dedi. sevinçten gözlerim doldu, hemen mutfağa kaçtım.

Saturday, December 6, 2008

tatil planları


yürüyüşler, adalar, top, ziyaretler, kitaplar, yemekler, oyunlar, kitapçılar, bisiklet, arkadaşlar, parklar, resimler, denize taş, spor, yan gelip yatmalar, yazıp çizmeler...

Monday, December 1, 2008

herkes özgür doğar.


bu kitabı bugün gördüm.  bu sene kurulan mandolin yayınları'nı yakın takibe alalım, güzel kitaplar yayımlıyorlar.

kitap insan hakları evrensel beyannamesinin 60. yılını kutlamak amacıyla uluslararası af örgütü işbirliği ile yayınlanmış. her maddenin resmi, ayrı bir çocuk kitabı yazarı, ressamı ya da tasarımcısı (çoğunu türkçeye çevrilen kitaplarından tanıyoruz) tarafından resimlenmiş, beyanname metni uluslararası af örgütü tarafından çocuklara uyarlanmış. ortak emeğin ürünü, renkli, eğlenceli resimleriyle, farklı ve önemli bir çocuk kitabı çıkmış ortaya. kitabın geliri uluslararası af örgütü'ne bağışlanıyor.

çocuklar haklarını çocukken öğrenirlerse, dünya büyüdüklerinde şimdikinden daha adil bir yer olur mu acaba?